10 Temmuz 2015 Cuma

Godard'ın İzinde II- "A bout de Souffle": Aşkın ve Cinayetin Arkeolojisi

“Nous allons parler fort villain choses”
Stendhal

Godard eserini, hem dönemin ortalama bir filmine ayrılan gerekli kaynağın çok altında kalan bütçesi, hem de kişisel olarak çektiği maddi sıkıntıların da etkisiyle düşük bütçeli filmler yapan fakat 1950’lilerde Amerikan sinemasının hızla artan sermaye yoğun yapısına yenik düşen Monogram Pictures’a adar, filmlerinden ve çabalarından etkilendiğine karşılık bir saygı ve övgü olarak.

Ancak bu adama, Truffaut’un hikayesinde Stendhal’ın “Nous allons parler fort villain choses” (Çok kötü şeyler hakkında konuşacağız) sözüne yapılan atfın kaybolmasına neden olacaktır. Stendhal’ın sözü hem filmin hikayesi hem de diyalogları açısından öncü bir göstergedir; tam da Truffaut’un hissettiği ve düşündüğü gibi ve tam da Godard’ın Stendhal’i de unutmadığını senaryoda yaptığı cesurca değişikliklerle göstererek kendi hüznünden harikulade bir trajedi yarattığı gibi.



Film, adından başlayarak “lost in translation”dır. Hatta diyalogların Fransızca altyazılarında ve Fransızca bazı kaynaklarda bile birçok hata ve farklılıklar mevcuttur… Bu nedenle başlığın ve diyalogların özensiz çevrilmemesi, ruhunu kaybetmemesi, orjinal dilindeki anlam ve duyguyu vermesi, hissedilebilmesi, ifadenin anlamının anlaşılması için elzemdir. Ancak bunlardan sonra Godard’ın filmine ve düşüncelerine bir kapı açılabilir. Bu nedenle yerleşmiş olan ve başka çeviri sorunlarından kaçınmak için filmin önemli gördüğüm Fransızca ya da İngilizce diyalogları üzerinden Godard’ın kelimelere yüklediği farklılıklar ve ağırlıkları da tartarak kendi bilgim ve algım kapsamında ifade ettiği anlamları vermeye çalışacağım anlatırken filmi ve hikayesini.

Çevirilerde dil sorununun filmin adından başlaması nedeniyle yazının başından beri filmin orijinal adının çevirisine hiç yer vermedim. A bout de Souffleingilizceye “Breathless” ve dilimize de “Serseri Aşıklar” olarak çevrilmiştir; ancak ikisi de filmi ifade etme açısından çok sorunlu karşılıklardır. “Breathless” olumluluk duygusu içermesi nedeniyle birebir çevirisi olarak anlam açısından hatalıdır ve Godard’ın düşüncesini, filmin içeriğini yansıtamamıştır. Türkçesi ise çok şekerdir aslında ve bizi gülümseten, heyecanlı bir gençlik aşkının beyaz perdeye yansıyacağı havasını taşır. Oysaki “A bout de Souffle” dramatiktir ve hatta trajiktir… Stendhal’ın sözünü tam anlamıyla hissettirmektedir; son nefesinde bir gerçekliği, bir tükenişi, güzel günlere ulaşamamanın verdiği dayanılmaz yorgunluğa rağmen hem gerçek bir direnişi hem de gerçek bir vazgeçişi anlatmaktadır; vazgeçişin kaçma ve kurtulma ile mümkün olmadığı bilinciyle… Nefesin tükendiği noktadır A bout de Souffle, yaşama sevincinin, hayata tutunma isteğinin bittiği, hayattan vazgeçildiği noktadır ve o noktadaki duygudur başlığa anlamını veren…


Film Jean’ların hayat verdiği Michel ve Patricia’dır; yani kadın ve erkektir, ve bir de Godard’dır tabi; Godard imajlarının arkasındaki kadın ve erkeği arar. Buldukları ise hem şaşırtıcı hem de dehşete düşürücü niteliktedir. Yargılarımızın kılıç darbelerine karşı savunmasız bir erkekten filmin sonuna doğru duygularımızı yoğunlaştırarak adeta empatimizin sınırlarını aşan ya da zorlayan bir insana dönüşen Michel ve aşıkolunası, hayat dolu, sıcacık, tüm sempatimize mazhar olan bir güzel kadından, adeta kendine herşeyi feda edebilen bencil bir “Tanrıça”ya dönüşen Patricia ile karşı karşıya kalırız... ve son sahnede de amacına ulaşmış, duygularından tümüyle arınmış bir kadınla göz göze geliriz…

Hikayenin arka planına; II. Dünya Savaşı’nın başında hızla yenilmiş olan Fransa’nın teslim olmuş kadim başkenti Paris konumlanır. Yenilmiş ama sonunda kazanmış sayılmış Fransa’nın başkenti ruhunu çoktan kaybetmiş ve bulma umudundan da uzaktır, ve yine işgal edilmiştir. Ancak Paris bu sefer Almanların değil Amerikalıların işgali altındadır. Soğuk Savaşın yüzü suyu hürmetine Batı Avrupa’yı ayağa kaldıracak Marshall yardımları çerçevesinde Amerikan ürünlerinin ve kültürünün Normandiya çıkarması kendisini göstermektedir. Amerikan askerlerinin dolaştığı bir ülke ve başta güçlü motorlu kaliteli arabaları olmak üzere, tüm Amerikan malları Fransa’yı Almanlar’dan ve hatta Sovyetler’den de kurtarmıştır. Champs Ellyse’de New York Herald Tribune satılmakta; kurtarıcı kurtardığı yerleri kucaklamaktadır...


Godard bu arka planın önüne tüm çıplaklığıyla hayatın ana akımına kapılan ve kapılmayan bireyi koyar; kapılmayan, tutunamayan Michel’dir; asiliği, uyumsuzluğu ve serseriliği sürekli onu bir önceki durumundan daha kötü bir duruma taşır ve hayat Michel’i sıkıştırdıkça o da sevdiği insanla yanlış/doğru bir yerde yanlış/doğru bir zamanda kuracağı hayatın özlemi peşinde dramatik bir aşkı inşa etmeye koyulur; içindeki Ingrid Bergman’ı sahnelemek isteyen "Pa Pa Pa Patricia"ya olan aşkıdır bu... Michel normal hayatında Bogart gibidir; onunla kendisini özleştirir, ama Patricia’nın yanında kendisi olur; yani hata yapmaya, yanılmaya, kırılmaya, hayal kırıklığına uğramaya açık, rollerden uzak bir insan olur... Aşk bu değil midir zaten; kendimiz olduğumuz, olabildiğimiz yerdir… bütünlüğü hissettiğimiz, yokluğunda parçalandığımızdır Aşk. Umut ve hayal kırıklıkları hayatın en gerçek iki duygusudur ve birbirlerini besler, büyütürler; umudumuzdan da vazgeçemeyiz, hayal kırıklıklarımızdan da kurtulamayız… modern çağda genel bir hastalığın tedaviye ihtiyaç duymayan bireyleri olarak varoluşun olağanlığına teslim oluruz, kurgulanmış gerçekliklerden uzaklaşamadıkça da varoluşun olağanüstülüğünü algılayamayız…

Godard Michel’i varoluşunu hissedeceği, toplumun hastalıklarından kurtulacağı, huzur bulacağı bir dünyaya doğru kendine kaçırır, ancak Michel’in her kaçış denemesi onu bir türlü uzaklaştıramaz kendi hayatından ve bir sarmal gibi hayatı Michel’i tekrar ve tekrar yakalar ve daha da sıkı bir şekilde içine çeker… Michel çırpındıkça kaçmak istediği hayatına batar adeta… Patricia’nın peşinden Paris’e gider, daha önceki bir işten kalan parasını alıp, sevdiği kadınla birlikte huzurlu bir hayatın peşine düşecektir düşüncelerinde ve düşlerinde… Paris’e giderken serserice hırsızlıklarının yanına katilliği de ekler ansızın korkusunun talihsizliğiyle… Patricia’ya olan aşkının ve birlikte yeni bir hayat kurabileceği parasının peşinde gittikçe köşeye sıkışır ve sürekli kaçınmaya çalıştığı sona doğru hızla yaklaşır böylece. Hayatı; bir gazetede işlediği cinayetle ilgili bir haber ararken sokakta yanından geçtiği film afişinde olduğu gibi akacaktır sonuna kadar… “vivre dangereusement jusqu’au bout!” (sonuna kadar tehlikede yaşa!)…


Bazı kelimeler ya da kavramlar hikayenin can alıcı noktasını oluşturur; bu hikayeye anlamlarını katan “dégueulasse” sözcüğünün çevrilmesi filmin adı kadar sorunlu ama en önemli kelimelerinden biri olarak ortaya çıkar. Kadın ve erkeğin dilinde yer ve zamana göre farklı anlamlar kazanır. İlk önce bu söze muhatab Michel olur; hiç parası yokken eski bir kız arkadaşından borç istemesine kadının yanıtı “dégueulasse” (pislik) dır. “Öğleden sonra geri getireceğim” yanıtı hafifletse de, tavrı karşılığını bulmaz… Michel de centilmence kendi bildiği şekilde davranır. Bu sahnenin farklı bir bilinçdışı gönderimi vardır aslında; Michel dürüstlüğü hep cezalandırıldığı için, hayatını çalma üzerine kurmasının daha onurlu bir seçenek olarak görmüştür; çünkü yalan hayatından her kaçış denemesi içindeki dürüstlüğün cezalandırılması ile sonuçlanır. Güçlülerin yalanları ödüllendirilirken, zayıfların dürüstlüğü cezalandırılır çoğu zaman… belki de her zaman… bu nedenle güç olmadan yapamaz, varolamaz kötülük...

İkinci “dégueulasse” Michel’in dilinden dökülür; Patricia’yı görüşmesini istemediği bir adamın yanına bırakırken… Patricia dinlemez ve gider; arabadan inerken seni daha fazla görmek istemiyorum der Michel ve arkasından “Fous le camp, dégueulasse!” (defol, lanet olası kaltak!), sevdiğini kıskanan ve ne olacağını hisseden bir adamın olağan bir kızgınlığıdır erkek dilinde…

Hikayenin çok önemli noktalarından birini bir söyleşi oluşturur. Godard, yazar Jean Parvulesco aracılığıyla düşüncelerini söyler… Patricia, Parvulesco’nun cevaplarıyla kendi yapı taşlarını anlamaya, duygularını ve düşüncelerini anlamlandırmaya başlar özgürlük ve seçenek vaadeden modern bir dünyada… diğer gazeteciler ile birlikte soru yağmuruna tutulan yazardan da duyar bu kelimeyi ikinci olarak; Brahms’ı sever misiniz? diye sorarlar; hiç sevmem diye cevap verir ünlü yazar. Peki ya Chopin? dediklerinde ise “dégueulasse” (berbat) der. Dördüncü ve son “dégueulasse” ise son sözcüğü olacaktır filmin...

Les femmes sont-elles sentimentales?” (kadınlar duygusal mıdır?) diye sorar bir gazeteci; Parvulesco’nun cevabı “Peu de femmes s’offrent le luxe des sentiments” (Duygular –Hissetmek- kadınların çok azına bahşedilmiş bir lükstür) olur…


Kadınlarla erkekleri tanımlaması istenen bir soruya karşılık olarak da  “Les hommes veulent les femmes, et les femmes veulent l’argent” bunun örneğinin nasıl olduğunu da zengin bir adamla güzel bir genç kadının beraberliği bağlamında ifade eder; yani modern hayatta herkesin görece istediğini elde ettiği bir ilişki… Sebepsiz, nedensiz, tekinsiz ve apansız bir aşkın yıpratıcı etkisi yok, zaten ömrü kaç yıldır ki. Fakat her şeye ömür biçip tüketenler neyin sonsuzluğunun peşinde koşarlarki o zaman!... Parvulesco’nun Patricia’nın ısrarla iki kez sorduğu “Hayattaki en büyük arzunuz nedir?” sorusuna verdiği cevabında mı gizli yoksa! “Devenir immortal, et puis… Mourir” (önce ölümsüz olmak ve sonra da ölmek)…


Patricia özgürlükle mutluluk arasında bir bağ olduğunu düşünmektedir. Bu sorununu  “I do not know if I am unhappy because I am not free or if I am not free because I am unhappy” ile ifade eder; özgür olmadığı için mi mutsuz olduğunu, yoksa mutsuz olduğu için mi özgür hissetmediğini düşünür… aslında içten içe hissettiği maddi imkanların genişlediği, seçme özgürlüklerinin görece arttığı modern hayatta eksik kalanın “özgürlük” olduğudur, özgürlüğün seçim ihtimallerini artıracağını ve mutluluğun da bir seçim unsuru olduğunu düşünür ama hala aklı ve duyguları karışıktır; hem sevilmek ister hem de sevilmenin üzerinde bir yük, bir sorumluluk oluşturmasını istemez. Bu nedenle Michel’e je voudrais que tu m’aimes… en méme temps je voudrais que tu ne m’aimes plus (beni sevmeni istiyorum ve aynı zamanda beni artık sevmeni istemiyorum) diye söyler, çünkü biliyorsun “Je suis trés indépendante” (ben çok özgür biriyim), özgürlüğü sevmek ve sevilmenin de üstüne koyar; her şey herhangi bir fedakarlık yapılmadan elde edilmelidir; bir seçimin sonucu olmalı, seçimin ardında kalan hızla yabancılaşmalıdır… ilerde seçme ve karar verme özgürlüğünün nelere yol açabileceğini öğrenecektir. Fedakarlık mutluluğun olmasa bile özgürlüğün açıkça düşmanıdır artık…


Michel, Patricia’yı korkak olmak ile suçlar... sevmeye, bağlanmaya, kendinden bir şey vermeye korkmaktadır Patricia! her yerde; aynalarda, vitrinlerde, resimlerde kendini görmektedir sadece, hatta Michel’in gözlerinin içine baktığı zaman bile kendi yansımasına odaklanır, sadece kendine bakar, kendini görür… çünkü kendini görememekten korkar, sevginin gerektireceği fedakarlığın, sorumluluğun neden olacağı varolmanın artık pek de dayanılmaz/tahammül edilmez ağırlığının, inşa etmeye çalıştığı kadını görmesini engellemesinden korkar Patricia… Michel’in hissettiği ama anlayamadığı korkaklıktır işte bu…

Michel her yerde polis tarafından aranıyordur. Sonunda polisler Patricia’ya ulaşır. İlk önce tanımadığını, biraz daha sıkıştırıldığında ise birkaç kez görüştüğünü söyler, ancak kurtulamaz tabiki bu kadarcık bilgiyle… eğer çalışma izninde bir sorun yaşanmamasını istiyorsa, onu tekrar gördüğünde kendilerine haber vermesini ister dedektif. Patricia sonu riskli bir macera için kazanımlarını ve geleceğini tehlikeye atacak mıdır? Kendine sürekli sorduğu soru budur içten içe…

Son gecelerinde Michel’in bir arkadaşının ayarladığı eve giderler. Michel’in tutkusu ve birlikte yaşanan tekinsiz heyecanlarla Patricia artık aşıktır, ya da hissettiği duyguyu aşk sanmaktadır; uyumak istemez adeta. “C’est triste, le sommeil…” (uyumak üzücü); bizi ayrılmaya zorlar, yalnızlaştırır… beraber uyuyalım deriz ama bu doğru değildir der... Michel ise ölümden korkar, geceden, huzura ermeden uyumaktan… uyuyamamaktan!… Paris’e gelirken de yolda “C’est beau, le soleil…” (güneş ne harika) demişti… güneşi; güneşini görmemekten korkar hep… Patricia güneş olmuştur ve Michel sürekli güneşinin çevresinde döner ona olan sevgisini ve aşkını anlatmaya çalışır kendi tarzıyla… ama Patricia Verdi’nin adeta büyük bir hakikati keşfetmiş bir edayla Rigoletto operasının prömiyerine kadar şarkıcılara provalar dışında söylemelerini yasaklayarak sakladığı o müthiş “La donna e mobile” aryasında anlattığı gibidir adeta; uçarıdır, duyguları değişir, düşünceleri de değişir…


Patricia tanıştıkları tatilde beraber geçirdikleri son gecenin sabahında Michel uyurken hiçbirşey söylemeden, hiçbir not bırakmadan ayrılıp gitmiştir ve Michel’in kendine bundan dolayı kızgın olduğunu düşünür. Ancak Michel’in cevabı Godard’ın hüznünü yansıtır: “Non, mais j’etais triste. C’est agréable de se réveiller a coté d’une fille” (Hayır, ama üzüldüm. Bir kadının yanında uyanmak güzel olurdu) der Patricia’ya. Hiçbir aşık erkek böyle bir şeye sinirlenmez… Godard’ın da bildiği gibi… üzülür sadece…

Ancak aşk, hesap kitap yapan, sürekli duygularından emin olmaya çalışan Patricia’yı kendisi yapamaz; o hala Ingrid’dır ve modern hayatın ondan alabilecekleri ve ona sunacakları karşısında tereddütlüdür ve tereddüt aşkın en büyük düşmanıdır; onu önce umursamazlığa sonra da acımasızlığa sürükler… yeter ki kaçacak başka bir dünya olsun… vaad ettiği güzel imajının altında berbat bir dünyada mutlu olmanın bencillikten ve acımasızlıktan geçtiğinin düşüncesine kapılmış bir kadınla, dünyanın berbat bir yer olduğu kadar güzel bir yer de olabileceğini bilen dışı sert içi hüzünlü bir adamın sonunun Godard trajedisiyle biten dramatik aşkıdır bu sonuçta… Algılanarak, hissedilerek, anlaşılarak yaşanılacak bir “Zabriskie Point” i bile olamayacaktır bu aşkın. Patricia seçebilme açgözlülüğünün huzuruna ve mutluluğuna, “vaadedilen topraklarına” Michel’in yokluğuyla ulaşacaktır. Öyleki Patricia’nın son sahnedeki soğukkanlı bakışı; Michel’in trajedisi ve Godard’ın hüznü kadar gerçekliğin de ta kendisidir.

Birlikte geçirdikleri son gecenin sabahında Michel’in "Patricia" diye seslenişine dünya tatlısı bir ses tonu ve edayla verdiği “Qu’est-ce qu’il y a?” (efendim) cevabından sonra fikrini değiştirip polise ihbar eder sevmeye cesaret edemediği adamı Patricia… ve Michel’in aklı almaz neden böyle bir şey yaptığını… Patricia, Michel’i sevme nedenini Michel’den daha çok sevdiği için ayrılmıştır. Her öznesinden bağımsız nedene dayalı aşk gibi, sevme nedenlerimiz kayboldukça kurtulmak isteriz sevdiğimizden; yalandan sevdiğimizden… sevginin ve aşkın yalan dünyası burada ortaya çıkar; sahteliklerin ve hayal kırıklıklarının dünyası…


Patricia "senin sevgilin olmak istemiyorum, bu yüzden polise gittim eğer sana olan sevgimden emin olsaydım seninle kalırdım" ve “Puisque je suis méchante avec toi, c’est la preuve que je ne t’aime pas” (madem ki sana kötü davranıyorum bu durum seni sevmediğimin kanıtıdır) der. Michel duyduklarına inanamaz ve son cümleyi tekrarlamasını ister! Patricia’nın aşkı algılayış biçimine inanamaz, mutlu aşk yoktur derler ama gerçek tersidir der Michel; mutsuz aşk yoktur! Aşkın bir seçenek olduğunu, özgür biriysen belirleyici olanın tercihler olduğunu düşünür Patricia, çünkü aşık olmak istediği özgür seçimlere dayalı olduğu varsayılan modern bir hayattır, aşk ya da aşkın öznesi bir araçtır ve kendi kendimize söylediğimiz bir yalandır çoğu zaman ve bu yalanla nesneleşir… Michel ise aşıktır, amacıdır aşk ve ancak o bütünlükle yaşayabilecektir… Michel “çıldırmış olmalısın, acıklı ama bir o kadar da mantıklı… herkesle yatan ama herkesle yattığı için de kendisini seven tek adamla yatmayan kızlar gibi” der.

Son sahne Godard kadını ve Godard trajedisidir; Michel yorulmuştur, hiçbir yere gitmek istemediğini, teslim olacağını söyler… kaçmaya ve yaşamaya değecek bir hayat yoktur artık önünde, son umudu Aşk da ihanet etmiştir…

Teslim olmak için beklerken, o an arkadaşı Berutti’nin geleceğini hatırlar ve sokağa çıkar, kızın onu ihbar ettiğini ve teslim olacağını söyler… tam bu sırada polisler gelir, Berutti kendini koruması için silahını vermek ister ancak teslim olmayı düşünen Michel almaz, Berutti bir anda silahı yola Michel’in önünde doğru atar ve hızla uzaklaşır. Michel eğilir, silahı alır yerden, arkasını döner ve kaçmaya çalışırken polis tarafından sırtından vurulur. Dayanabildiği kadar koşmaya devam eder ve sokağın sonunda yüzüstü yığılır yere…


Patricia büyük bir endişe ve üzüntüyle koşar peşinden… polisler ve Patricia sokağın sonunda yerde yatan Michel’in yanına gelir… Michel ağır yaralıdır, yavaşça yüzünü döner… konuşmakta zorlanmaktadır, ilk önce sessizce dudaklarından “I loved you” (seni sevmiştim) dökülür ağır ağır gözlerinin içine bakarken Patricia’nın… sonra da “Tu es vraiment dégueulasse” der ve hemen sonrasında; yaşarken şefkat göstermediniz, ölürken de göstermeyin edasıyla kendi gözlerini kendi elleriyle kapatır, hayattaki yalnızlığını öldüğü anda da korur…

Patricia üçüncü kez duyuyordur bu kelimeyi; ne dedi diye polislere sorar. Dedektif “Vous étes vraiment une dégueulasse” (Gerçek bir orospu olduğunuzu) söyledi der... Patricia, daha önce iki kez duymuş olsa da bu kelimeyi her anlamadığı Fransızca kelimeyi sorduğu gibi yine sorar… “Qu’est-ce que ce dégueulasse? (dégueulasse ne demek?)



Michel seçmediği, seçemediği ve maruz kaldığı hayattan, hayallerinin ölümüyle birlikte vazgeçmiştir; hayat kırıklıkları ve hayal kırıklıkları artık son bulmuş, umudu bitmiş ve yaşamasının bir anlamı kalmamıştır… çünkü hayalleriydi hayatı yaşanır kılan…

Michel, Paris’te doğduğu evin yıkılıp yerine çirkin bulduğu modern bir apartmanın yapıldığı eski mahallesinden geçerken bir kızı hatırlar, içten içe Patricia’nın davranışlarını ve sözlerini anlamaya çalışırken yüreği... Patricia, onu (kişiliğini) sever miydin diye sorar? “Qui, une fille normale. C’est rare” (evet normal bir kızdı, enderdir) der… Normal olanın, doğal ve samimi olanın özlemini duymaktadır Michel… artık iyice ender olanın…

Micheller öldü, her fırsatta öldürüldüler, bu hayat için fazlalardı zaten... artık her yerde erkeğiyle kadınıyla Patricialar var, hayata olan inancımızı yok ederek yaşıyorlar!



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder