“Nous allons parler fort villain choses”
Stendhal
Godard eserini, hem dönemin ortalama bir filmine ayrılan gerekli kaynağın çok altında kalan bütçesi, hem de kişisel olarak çektiği maddi sıkıntıların da etkisiyle düşük bütçeli filmler yapan fakat 1950’lilerde Amerikan sinemasının hızla artan sermaye yoğun yapısına yenik düşen Monogram Pictures’a adar, filmlerinden ve çabalarından etkilendiğine karşılık bir saygı ve övgü olarak.
Ancak bu adama, Truffaut’un
hikayesinde Stendhal’ın “Nous allons parler fort villain choses”
(Çok kötü şeyler hakkında konuşacağız) sözüne yapılan atfın kaybolmasına neden
olacaktır. Stendhal’ın sözü hem filmin hikayesi hem de diyalogları açısından
öncü bir göstergedir; tam da Truffaut’un hissettiği ve düşündüğü gibi ve tam da
Godard’ın Stendhal’i de unutmadığını senaryoda yaptığı cesurca değişikliklerle
göstererek kendi hüznünden harikulade bir trajedi yarattığı gibi.
Film, adından başlayarak “lost in translation”dır.
Hatta diyalogların Fransızca altyazılarında ve Fransızca bazı kaynaklarda bile
birçok hata ve farklılıklar mevcuttur… Bu nedenle başlığın ve diyalogların özensiz çevrilmemesi, ruhunu kaybetmemesi, orjinal dilindeki anlam ve duyguyu
vermesi, hissedilebilmesi, ifadenin anlamının anlaşılması için elzemdir. Ancak
bunlardan sonra Godard’ın filmine ve düşüncelerine bir kapı açılabilir. Bu
nedenle yerleşmiş olan ve başka çeviri sorunlarından kaçınmak için filmin
önemli gördüğüm Fransızca ya da İngilizce diyalogları üzerinden Godard’ın
kelimelere yüklediği farklılıklar ve ağırlıkları da tartarak kendi bilgim ve
algım kapsamında ifade ettiği anlamları vermeye çalışacağım anlatırken filmi ve
hikayesini.
Çevirilerde dil sorununun
filmin adından başlaması nedeniyle yazının başından beri filmin orijinal adının
çevirisine hiç yer vermedim. “A bout de Souffle” ingilizceye “Breathless”
ve dilimize de “Serseri Aşıklar”
olarak çevrilmiştir; ancak ikisi de filmi ifade etme açısından çok sorunlu
karşılıklardır. “Breathless” olumluluk duygusu içermesi nedeniyle birebir çevirisi
olarak anlam açısından hatalıdır ve Godard’ın düşüncesini, filmin içeriğini
yansıtamamıştır. Türkçesi ise çok şekerdir aslında ve bizi gülümseten,
heyecanlı bir gençlik aşkının beyaz perdeye yansıyacağı havasını taşır. Oysaki “A
bout de Souffle” dramatiktir ve hatta trajiktir… Stendhal’ın sözünü tam
anlamıyla hissettirmektedir; son nefesinde bir gerçekliği, bir tükenişi, güzel
günlere ulaşamamanın verdiği dayanılmaz yorgunluğa rağmen hem gerçek bir
direnişi hem de gerçek bir vazgeçişi anlatmaktadır; vazgeçişin kaçma ve
kurtulma ile mümkün olmadığı bilinciyle… Nefesin tükendiği noktadır A
bout de Souffle, yaşama sevincinin, hayata tutunma isteğinin bittiği,
hayattan vazgeçildiği noktadır ve o noktadaki duygudur başlığa anlamını veren…
Film Jean’ların hayat
verdiği Michel ve Patricia’dır; yani kadın ve erkektir, ve bir de Godard’dır
tabi; Godard imajlarının arkasındaki kadın ve erkeği arar. Buldukları ise hem
şaşırtıcı hem de dehşete düşürücü niteliktedir. Yargılarımızın kılıç
darbelerine karşı savunmasız bir erkekten filmin sonuna doğru duygularımızı
yoğunlaştırarak adeta empatimizin sınırlarını aşan ya da zorlayan bir insana
dönüşen Michel ve aşıkolunası, hayat dolu, sıcacık, tüm sempatimize mazhar olan
bir güzel kadından, adeta kendine herşeyi feda edebilen bencil bir “Tanrıça”ya
dönüşen Patricia ile karşı karşıya kalırız... ve son sahnede de amacına
ulaşmış, duygularından tümüyle arınmış bir kadınla göz göze geliriz…
Hikayenin arka planına; II.
Dünya Savaşı’nın başında hızla yenilmiş olan Fransa’nın teslim olmuş kadim
başkenti Paris konumlanır. Yenilmiş ama sonunda kazanmış sayılmış Fransa’nın başkenti
ruhunu çoktan kaybetmiş ve bulma umudundan da uzaktır, ve yine işgal
edilmiştir. Ancak Paris bu sefer Almanların değil Amerikalıların işgali
altındadır. Soğuk Savaşın yüzü suyu hürmetine Batı Avrupa’yı ayağa kaldıracak
Marshall yardımları çerçevesinde Amerikan ürünlerinin ve kültürünün Normandiya
çıkarması kendisini göstermektedir. Amerikan askerlerinin dolaştığı bir ülke ve
başta güçlü motorlu kaliteli arabaları olmak üzere, tüm Amerikan malları
Fransa’yı Almanlar’dan ve hatta Sovyetler’den de kurtarmıştır. Champs Ellyse’de
New York Herald Tribune satılmakta; kurtarıcı kurtardığı yerleri
kucaklamaktadır...
Godard bu arka planın
önüne tüm çıplaklığıyla hayatın ana akımına kapılan ve kapılmayan bireyi koyar; kapılmayan, tutunamayan Michel’dir; asiliği, uyumsuzluğu ve serseriliği sürekli
onu bir önceki durumundan daha kötü bir duruma taşır ve hayat Michel’i
sıkıştırdıkça o da sevdiği insanla yanlış/doğru bir yerde yanlış/doğru bir
zamanda kuracağı hayatın özlemi peşinde dramatik bir aşkı inşa etmeye koyulur;
içindeki Ingrid Bergman’ı sahnelemek isteyen "Pa Pa Pa Patricia"ya olan
aşkıdır bu... Michel normal hayatında Bogart gibidir; onunla kendisini
özleştirir, ama Patricia’nın yanında kendisi olur; yani hata yapmaya,
yanılmaya, kırılmaya, hayal kırıklığına uğramaya açık, rollerden uzak bir insan
olur... Aşk bu değil midir zaten; kendimiz olduğumuz, olabildiğimiz yerdir… bütünlüğü
hissettiğimiz, yokluğunda parçalandığımızdır Aşk. Umut ve hayal kırıklıkları hayatın
en gerçek iki duygusudur ve birbirlerini besler, büyütürler; umudumuzdan da vazgeçemeyiz, hayal kırıklıklarımızdan da kurtulamayız… modern çağda genel bir
hastalığın tedaviye ihtiyaç duymayan bireyleri olarak varoluşun olağanlığına
teslim oluruz, kurgulanmış gerçekliklerden uzaklaşamadıkça da varoluşun
olağanüstülüğünü algılayamayız…
Godard Michel’i varoluşunu
hissedeceği, toplumun hastalıklarından kurtulacağı, huzur bulacağı bir dünyaya
doğru kendine kaçırır, ancak Michel’in her kaçış denemesi onu bir türlü
uzaklaştıramaz kendi hayatından ve bir sarmal gibi hayatı Michel’i tekrar ve
tekrar yakalar ve daha da sıkı bir şekilde içine çeker… Michel çırpındıkça
kaçmak istediği hayatına batar adeta… Patricia’nın peşinden Paris’e gider, daha
önceki bir işten kalan parasını alıp, sevdiği kadınla birlikte huzurlu bir
hayatın peşine düşecektir düşüncelerinde ve düşlerinde… Paris’e giderken
serserice hırsızlıklarının yanına katilliği de ekler ansızın korkusunun
talihsizliğiyle… Patricia’ya olan aşkının ve birlikte yeni bir hayat
kurabileceği parasının peşinde gittikçe köşeye sıkışır ve sürekli kaçınmaya
çalıştığı sona doğru hızla yaklaşır böylece. Hayatı; bir gazetede işlediği
cinayetle ilgili bir haber ararken sokakta yanından geçtiği film afişinde
olduğu gibi akacaktır sonuna kadar… “vivre dangereusement jusqu’au bout!”
(sonuna kadar tehlikede yaşa!)…
Bazı kelimeler ya da
kavramlar hikayenin can alıcı noktasını oluşturur; bu hikayeye anlamlarını
katan “dégueulasse” sözcüğünün çevrilmesi filmin adı kadar sorunlu ama
en önemli kelimelerinden biri olarak ortaya çıkar. Kadın ve erkeğin dilinde yer
ve zamana göre farklı anlamlar kazanır. İlk önce bu söze muhatab Michel olur;
hiç parası yokken eski bir kız arkadaşından borç istemesine kadının yanıtı “dégueulasse”
(pislik) dır. “Öğleden sonra geri
getireceğim” yanıtı hafifletse de, tavrı karşılığını bulmaz… Michel de
centilmence kendi bildiği şekilde davranır. Bu sahnenin farklı bir bilinçdışı gönderimi vardır aslında; Michel
dürüstlüğü hep cezalandırıldığı için, hayatını çalma üzerine kurmasının daha
onurlu bir seçenek olarak görmüştür; çünkü yalan hayatından her kaçış denemesi
içindeki dürüstlüğün cezalandırılması ile sonuçlanır. Güçlülerin yalanları
ödüllendirilirken, zayıfların dürüstlüğü cezalandırılır çoğu zaman… belki de
her zaman… bu nedenle güç olmadan yapamaz, varolamaz kötülük...
İkinci “dégueulasse”
Michel’in dilinden dökülür; Patricia’yı görüşmesini istemediği bir adamın
yanına bırakırken… Patricia dinlemez ve gider; arabadan inerken seni daha fazla
görmek istemiyorum der Michel ve arkasından “Fous le camp, dégueulasse!”
(defol, lanet olası kaltak!), sevdiğini kıskanan ve ne olacağını hisseden bir
adamın olağan bir kızgınlığıdır erkek dilinde…
Hikayenin çok önemli
noktalarından birini bir söyleşi oluşturur. Godard, yazar Jean Parvulesco aracılığıyla
düşüncelerini söyler… Patricia, Parvulesco’nun cevaplarıyla kendi yapı
taşlarını anlamaya, duygularını ve düşüncelerini anlamlandırmaya başlar özgürlük
ve seçenek vaadeden modern bir dünyada… diğer gazeteciler ile birlikte soru
yağmuruna tutulan yazardan da duyar bu kelimeyi ikinci olarak; Brahms’ı sever misiniz?
diye sorarlar; hiç sevmem diye cevap verir ünlü yazar. Peki ya Chopin?
dediklerinde ise “dégueulasse” (berbat) der. Dördüncü ve son “dégueulasse”
ise son sözcüğü olacaktır filmin...
“Les femmes sont-elles
sentimentales?” (kadınlar duygusal mıdır?) diye sorar bir gazeteci;
Parvulesco’nun cevabı “Peu de femmes s’offrent le luxe des
sentiments” (Duygular –Hissetmek- kadınların çok azına bahşedilmiş bir
lükstür) olur…
Kadınlarla erkekleri
tanımlaması istenen bir soruya karşılık olarak da “Les hommes veulent les femmes, et les femmes
veulent l’argent” bunun örneğinin nasıl olduğunu da zengin bir adamla
güzel bir genç kadının beraberliği bağlamında ifade eder; yani modern hayatta
herkesin görece istediğini elde ettiği bir ilişki… Sebepsiz, nedensiz, tekinsiz
ve apansız bir aşkın yıpratıcı etkisi yok, zaten ömrü kaç yıldır ki. Fakat her
şeye ömür biçip tüketenler neyin sonsuzluğunun peşinde koşarlarki o zaman!...
Parvulesco’nun Patricia’nın ısrarla iki kez sorduğu “Hayattaki en büyük arzunuz nedir?” sorusuna verdiği cevabında mı
gizli yoksa! “Devenir immortal, et puis… Mourir” (önce ölümsüz olmak ve sonra
da ölmek)…
Patricia özgürlükle mutluluk arasında bir bağ olduğunu
düşünmektedir. Bu sorununu “I do
not know if I am unhappy because I am not free or if I am not free because I am
unhappy” ile ifade eder; özgür olmadığı için mi mutsuz olduğunu, yoksa mutsuz
olduğu için mi özgür hissetmediğini düşünür… aslında içten içe hissettiği maddi
imkanların genişlediği, seçme özgürlüklerinin görece arttığı modern hayatta eksik
kalanın “özgürlük” olduğudur, özgürlüğün seçim ihtimallerini artıracağını ve
mutluluğun da bir seçim unsuru olduğunu düşünür ama hala aklı ve duyguları
karışıktır; hem sevilmek ister hem de sevilmenin üzerinde bir yük, bir sorumluluk
oluşturmasını istemez. Bu nedenle Michel’e “je voudrais que tu m’aimes… en méme temps
je voudrais que tu ne m’aimes plus” (beni sevmeni istiyorum ve aynı
zamanda beni artık sevmeni istemiyorum) diye söyler, çünkü biliyorsun “Je
suis trés indépendante” (ben çok özgür biriyim), özgürlüğü sevmek ve
sevilmenin de üstüne koyar; her şey herhangi bir fedakarlık yapılmadan elde
edilmelidir; bir seçimin sonucu olmalı, seçimin ardında kalan hızla
yabancılaşmalıdır… ilerde seçme ve karar verme özgürlüğünün nelere yol
açabileceğini öğrenecektir. Fedakarlık mutluluğun olmasa bile özgürlüğün açıkça
düşmanıdır artık…
Michel, Patricia’yı korkak olmak ile suçlar... sevmeye,
bağlanmaya, kendinden bir şey vermeye korkmaktadır Patricia! her yerde; aynalarda, vitrinlerde, resimlerde kendini
görmektedir sadece, hatta Michel’in gözlerinin içine baktığı zaman bile kendi
yansımasına odaklanır, sadece kendine bakar, kendini görür… çünkü kendini
görememekten korkar, sevginin gerektireceği fedakarlığın, sorumluluğun neden
olacağı varolmanın artık pek de dayanılmaz/tahammül edilmez ağırlığının, inşa
etmeye çalıştığı kadını görmesini engellemesinden korkar Patricia… Michel’in hissettiği
ama anlayamadığı korkaklıktır işte bu…
Michel her yerde polis tarafından aranıyordur. Sonunda
polisler Patricia’ya ulaşır. İlk önce tanımadığını, biraz daha
sıkıştırıldığında ise birkaç kez görüştüğünü söyler, ancak kurtulamaz tabiki bu
kadarcık bilgiyle… eğer çalışma izninde bir sorun yaşanmamasını istiyorsa, onu
tekrar gördüğünde kendilerine haber vermesini ister dedektif. Patricia sonu
riskli bir macera için kazanımlarını ve geleceğini tehlikeye atacak mıdır? Kendine sürekli sorduğu soru budur içten içe…
Son gecelerinde
Michel’in bir arkadaşının ayarladığı eve giderler. Michel’in tutkusu ve
birlikte yaşanan tekinsiz heyecanlarla Patricia artık aşıktır, ya da hissettiği
duyguyu aşk sanmaktadır; uyumak istemez
adeta. “C’est triste, le sommeil…” (uyumak üzücü); bizi ayrılmaya
zorlar, yalnızlaştırır… beraber uyuyalım deriz ama bu doğru değildir der...
Michel ise ölümden korkar, geceden, huzura ermeden uyumaktan… uyuyamamaktan!…
Paris’e gelirken de yolda “C’est beau, le soleil…” (güneş ne
harika) demişti… güneşi; güneşini görmemekten korkar hep… Patricia güneş
olmuştur ve Michel sürekli güneşinin çevresinde döner ona olan sevgisini ve
aşkını anlatmaya çalışır kendi tarzıyla… ama Patricia Verdi’nin adeta büyük bir
hakikati keşfetmiş bir edayla Rigoletto
operasının prömiyerine kadar şarkıcılara provalar dışında söylemelerini
yasaklayarak sakladığı o müthiş “La donna e mobile” aryasında
anlattığı gibidir adeta; uçarıdır, duyguları değişir, düşünceleri de değişir…
Patricia tanıştıkları
tatilde beraber geçirdikleri son gecenin sabahında Michel uyurken hiçbirşey
söylemeden, hiçbir not bırakmadan ayrılıp gitmiştir ve Michel’in kendine bundan
dolayı kızgın olduğunu düşünür. Ancak Michel’in cevabı Godard’ın hüznünü yansıtır:
“Non,
mais j’etais triste. C’est agréable
de se réveiller a coté d’une fille” (Hayır, ama üzüldüm. Bir kadının
yanında uyanmak güzel olurdu) der Patricia’ya. Hiçbir aşık erkek böyle bir şeye
sinirlenmez… Godard’ın da bildiği gibi… üzülür sadece…
Ancak aşk, hesap kitap
yapan, sürekli duygularından emin olmaya çalışan Patricia’yı kendisi yapamaz; o
hala Ingrid’dır ve modern hayatın ondan alabilecekleri ve ona sunacakları
karşısında tereddütlüdür ve tereddüt aşkın en büyük düşmanıdır; onu önce
umursamazlığa sonra da acımasızlığa sürükler… yeter ki kaçacak başka bir dünya
olsun… vaad ettiği güzel imajının altında berbat bir dünyada mutlu olmanın
bencillikten ve acımasızlıktan geçtiğinin düşüncesine kapılmış bir kadınla, dünyanın
berbat bir yer olduğu kadar güzel bir yer de olabileceğini bilen dışı sert içi
hüzünlü bir adamın sonunun Godard trajedisiyle biten dramatik aşkıdır bu
sonuçta… Algılanarak, hissedilerek, anlaşılarak yaşanılacak bir “Zabriskie
Point” i bile olamayacaktır bu aşkın. Patricia seçebilme açgözlülüğünün
huzuruna ve mutluluğuna, “vaadedilen topraklarına” Michel’in
yokluğuyla ulaşacaktır. Öyleki Patricia’nın son sahnedeki soğukkanlı bakışı; Michel’in
trajedisi ve Godard’ın hüznü kadar gerçekliğin de ta kendisidir.
Birlikte geçirdikleri
son gecenin sabahında Michel’in "Patricia" diye seslenişine dünya tatlısı bir ses
tonu ve edayla verdiği “Qu’est-ce qu’il y a?” (efendim)
cevabından sonra fikrini değiştirip polise ihbar eder sevmeye cesaret edemediği
adamı Patricia… ve Michel’in aklı almaz neden böyle bir şey yaptığını… Patricia,
Michel’i sevme nedenini Michel’den daha çok sevdiği için ayrılmıştır. Her öznesinden
bağımsız nedene dayalı aşk gibi, sevme nedenlerimiz kayboldukça kurtulmak
isteriz sevdiğimizden; yalandan sevdiğimizden… sevginin ve aşkın yalan dünyası
burada ortaya çıkar; sahteliklerin ve hayal kırıklıklarının dünyası…
Patricia "senin sevgilin
olmak istemiyorum, bu yüzden polise gittim eğer sana olan sevgimden emin
olsaydım seninle kalırdım" ve “Puisque je suis méchante avec toi, c’est
la preuve que je ne t’aime pas” (madem ki sana kötü davranıyorum bu
durum seni sevmediğimin kanıtıdır) der. Michel duyduklarına inanamaz ve son
cümleyi tekrarlamasını ister! Patricia’nın aşkı algılayış biçimine inanamaz,
mutlu aşk yoktur derler ama gerçek tersidir der Michel; mutsuz aşk yoktur! Aşkın bir seçenek olduğunu, özgür biriysen belirleyici olanın tercihler
olduğunu düşünür Patricia, çünkü aşık olmak istediği özgür seçimlere dayalı olduğu
varsayılan modern bir hayattır, aşk ya da aşkın öznesi bir araçtır ve kendi
kendimize söylediğimiz bir yalandır çoğu zaman ve bu yalanla nesneleşir… Michel
ise aşıktır, amacıdır aşk ve ancak o bütünlükle yaşayabilecektir… Michel “çıldırmış olmalısın, acıklı ama bir o kadar da
mantıklı… herkesle yatan ama herkesle yattığı için de kendisini seven tek
adamla yatmayan kızlar gibi” der.
Son sahne Godard kadını
ve Godard trajedisidir; Michel yorulmuştur, hiçbir yere gitmek istemediğini,
teslim olacağını söyler… kaçmaya ve yaşamaya değecek bir hayat yoktur artık
önünde, son umudu Aşk da ihanet etmiştir…
Teslim olmak için
beklerken, o an arkadaşı Berutti’nin geleceğini hatırlar ve sokağa çıkar, kızın
onu ihbar ettiğini ve teslim olacağını söyler… tam bu sırada polisler gelir,
Berutti kendini koruması için silahını vermek ister ancak teslim
olmayı düşünen Michel almaz, Berutti bir anda silahı yola Michel’in önünde
doğru atar ve hızla uzaklaşır. Michel eğilir, silahı alır yerden, arkasını
döner ve kaçmaya çalışırken polis tarafından sırtından vurulur. Dayanabildiği kadar
koşmaya devam eder ve sokağın sonunda yüzüstü yığılır yere…
Patricia büyük bir
endişe ve üzüntüyle koşar peşinden… polisler ve Patricia sokağın sonunda yerde
yatan Michel’in yanına gelir… Michel ağır yaralıdır, yavaşça yüzünü döner… konuşmakta
zorlanmaktadır, ilk önce sessizce dudaklarından “I loved you” (seni
sevmiştim) dökülür ağır ağır gözlerinin içine bakarken Patricia’nın… sonra da “Tu es
vraiment dégueulasse” der ve hemen sonrasında; yaşarken şefkat
göstermediniz, ölürken de göstermeyin edasıyla kendi gözlerini kendi elleriyle
kapatır, hayattaki yalnızlığını öldüğü anda da korur…
Patricia üçüncü kez
duyuyordur bu kelimeyi; ne dedi diye polislere sorar. Dedektif “Vous
étes vraiment une dégueulasse” (Gerçek bir orospu olduğunuzu) söyledi der...
Patricia, daha önce iki kez duymuş olsa da bu kelimeyi her anlamadığı Fransızca
kelimeyi sorduğu gibi yine sorar… “Qu’est-ce que ce dégueulasse?”…
(dégueulasse ne demek?)
Michel seçmediği,
seçemediği ve maruz kaldığı hayattan, hayallerinin ölümüyle birlikte
vazgeçmiştir; hayat kırıklıkları ve hayal kırıklıkları artık son bulmuş, umudu
bitmiş ve yaşamasının bir anlamı kalmamıştır… çünkü hayalleriydi hayatı yaşanır
kılan…
Michel, Paris’te doğduğu
evin yıkılıp yerine çirkin bulduğu modern bir apartmanın yapıldığı eski
mahallesinden geçerken bir kızı hatırlar, içten içe Patricia’nın davranışlarını
ve sözlerini anlamaya çalışırken yüreği... Patricia, onu (kişiliğini) sever
miydin diye sorar? “Qui, une fille normale. C’est rare” (evet normal bir kızdı,
enderdir) der… Normal olanın, doğal ve samimi olanın özlemini duymaktadır
Michel… artık iyice ender olanın…
Micheller öldü, her
fırsatta öldürüldüler, bu hayat için fazlalardı zaten... artık her yerde
erkeğiyle kadınıyla Patricialar var, hayata olan inancımızı yok ederek
yaşıyorlar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder