Işığın Gölgesinde Aklımızın 2500 Yıllık Yolculuğunun Şen Bilimsel bir Hikayesi
Ah bu ışık... hayatımızın en büyük fenomeni, onun sayesinde görür, tanımlar ve anlamaya çalışırız… en güçlü ve güvenilir duyumuzdur görmek ama en çok onunla aldanırız. Işık hayatımıza rengi katar, hemen hemen herşeye görünüşünü verir, kendi içine çökmüş karanlık yıldızlar ve bir de karanlık ruhlar hariç...
Andromeda* |
Fenomenin hasıdır; somut, algılanabilir bir görünümdedir ama
kendini gizlerken değdiği herşeyi görünür yapar, sadece görünür yapmakla da
kalmaz cezbedici fiziğiyle dokunduğu yere aşikarlığını ve aynı anda da
gizemini, karakterini, anlamını, gerçekliğini verir; yani kısaca hayat verir.
Ayın karanlık yüzünü sevenler ışıktan kaçarlar ondan
yansımayan düşüncelere dalmak için, ama derin tünellerin sonunda hep onu
gözlerler; onsuz olmaz çünkü... O, evrende, uzay ve zamanın göreliliğinde
diğerlerine ulaşmamızı sağlayan tek sabittir. Aşağıdaki hikaye de onun
zihnimizdeki 2500 yıllık kısa bir hikayesidir.
Işık biz sıradan fanilerinin hayatını renklendirirken, ışığın
dokunduğunu değil de kendisini görmek isteyen bazı akıllılarımızı binyıllardır
adeta deli etmiştir. Kimler mi? Kimler yok ki…
İlk bildiğimiz kurbanı Trakyalı Demokritos'tur. Sokrates
öncesi doğa filozoflarının getirdiği atomcu bilgi birikimiyle herşeyin meydana
geldiği tek bir madde görüşünden vazgeçerek, birbiriyle etkileşim halinde olan
atomlardan oluşan parça parça maddeler dünyası öngörüp ışığın da bir atom gibi
parça parça olduğunu ve aramızda öyle özgürce dolaştığını öne sürmüştür. Zaten
ayrılığa karşı çıkan bir kilise de yoktu o zamanlar, kimse üstüne fazla gitmedi...
Ama hemen hemen aynı zamanlarda, herşeyi gösteren ama kendini
gizliyen ışık nifak tohumlarını ekti zihnimize. Aristo gibi bir düşünce
makinesinden de gizlenmek kolay değildi hani ve aklımızın medeniyetinin has
yazılımcısı büyük Aristo'nun kategorik zihnine bir tarafından yakalandı. Aristo
ışığı havadaki elementlerin dalga dalga ayrışması olarak düşündü; yani
parçalanmayan dalga dalga ayrışan bir yapı. İskender fethederken dünyayı, ışık
hocasının aklından dalga dalga geçiyordu. Aristo aklımızın işleyişini
kurgularken yaşı küçük yüreği büyük İskender gençliğinin verdiği büyük bir
aşkla yeryüzü fetihleriyle meşguldü ama sadece toprakları değil insanları da
fethetmek istiyordu... Hocasının aklının ışığını batıdan doğuya götürdü...
Bundan sonra hemen hemen herşey Aristo’nun mantığı ve düşünme disiplini
yörüngesinde kalacaktı. Onun dili ve mantığı olmasaydı ve dili ve mantığıyla
Aristo’yu bile tedirgin edecek bir dünya kurulmasaydı, Wittgenstein bu kadar
acı çekmezdi belki de binlerce yıl sonra dilin ve mantığın peşinde...
Sonra
unuttu ışığı insan zihni; sadece gösterdikleri ile ilgilendi... Çok çok zaman
sonra Arap bilimcilerin zihininden geçti 11. yüzyıl civarlarında, kadim
metinlere sarılmışlardı hayatı anlamak için, bunu gören ışık kendini tekrar
hatırlattı insan zihnine. Basralı İbn al-Haytham namı diğer Alhazen, onun için,
onun peşinde koşa koşa ve bir kelime “copy-paste” yapmadan ışığın nesneden
gözümüze yansırken kat ettiği yolu anlatan bir tez bile yazdı; ışığın umurunda
olmasa da babası unvanını aldı... Sonra Abd-al-Rahman al-Sufi (Azophi)
gökyüzünde Andromeda'yı gördü ve sonra gözü başka hiçbir şey görmedi… adeta
tutulmuştu, onun gözkamaştırıcı ışıklarından başka birşey düşünemez oldu...
milyarlarca yıl sonra Andromeda galaksisinin (gökada) Samanyolumuza çarparak
onu yokedeceğini bilseydi eğer eminim şaşkınlıktan ağzı açık kalırdı. Sonra
çöktü bir medeniyet kara delik oluşturdu, ışık da geçmez oldu
zihinlerden... hala ışığı gören yok oralarda...
Işık birkez daha uzun süre kayboldu insan zihninde,
bitkilerle daha çok haşır neşir oldu; Ortaçağda beraber bir sürü fotosentez
yaptılar, insanoğlu da bitkilerle haşır neşir oldu tarım gelişti kuzeydeki
topraklara doğru... neden sonra bir adam çıktı ortaya Fransa'nın tarım
merkezlerinden Loire vadisinde... yediği üzümler içtiği şaraplar işe
yaramıştı... düşündü… düşündü ve varolduğuna karar verdi... o zamanlar ukalalık
dili Latinceydi "Cogito ergo sum" dedi Descartes. Işık üzerine
tezinde ters dalga diye bir kavram ortaya koydu, ışık takla atarken geçmişti
zihininden... ters ya da düz dalgalanıyor bu dedi ve Aristo'yu memnun etti.
Sonra
zihninden sağlam bir ışık demeti geçmiş olan Galileo 1642 yılının başlarında
gözlerine artık ışık vuramaz bir halde ölümü beklerken ev hapsinde, aklından
gördüğü büyük ışık kaynaklarını geçiriyordu... gökyüzündeki büyük parlak
nesneleri gözlemlerken kim kimin etrafında dönüyor derken bir anda farketmiş ve
aklı dönmüştü eski güzel günlerde... zorla bir itirafname imzalatılarak
Kilise'den özür dilediğini hatırladı, sonra düşündükçe dili durmadığını ve
kendinden de özür dilediğini anımsadı... ama kendinden dilediği özrün bedeli
ağır olmuştu, haydi bakalım 70 yaşında hücreye... üzüntüden dik duramayan Piza
kulesi hafifçe dengesini kaybetti ve eğildi biraz batarak, zaten Pisa’nın
anlamı sulak, bataklık yer değil miydi, eğilmeyip de ne yapsaydı koca kule…
Galileo
Aristo'yu kızdırmıştı, onun bildiklerini bilse kızacak kadar akılsız bir adam
değildi Aristo, ama onun aklıyla dünya kurgulayanlar kızgındı… Aristo düşünce
ağları yapmıştı ama sonra onun düşünce ağlarından çok sağlam örümcek ağları
örüldü zihinlere... bu ağlar güçlendi kurumsallaştı zamanla... dini, siyaseti,
ekonomiyi, hayatı onun mantığı üzerine kuran ve
kurumsallaştıran, adaleti de dağıtan Kilise'nin öfkesi büyük
oldu... gerçekten olgunlaştığından mı bilinmez ama yaklaşık 360 sene sonra bir
olgunluk gösterdi Vatikan, kanıtları bekledi, sonra yine bekledi biraz ve biraz
haksızlık ettik dedi ve özür diledi. Aynı gün Kopernik'e de bir pardon dendi,
ne de olsa artık bu düşünceler Kiliseyi öyle kolay yıkamazdı... dinler ne de
olsa artık düşüncelerle ayakta durmuyordu, inançları korumaları
yeterliydi... üzerinde oturdukları temel düşünceler unutuluyordu,
unutturuluyordu.
Galileo ışığın hızını ölçmeye çalışan ilk kişi oldu; deneyleri basitti; ışığı anlamak ve hızını görmek için yeterli değildi tabi, ama sesten en az on kat hızlı diye düşündü, gerçeği bilseydi kimbilir nasıl bir şaşkınlık ve heyecan yaşardı… Galileo’nun hayatının son bulduğu 1642 yılının sonlarında İngiltere'de, kocasını dönemin çalkantılı İngiliz siyasetinin yolaçtığı iç savaş ortamında kaybeden Hannah Newton erken doğum yaptı; zayıf, hayatta kalacağı pek beklenmeyen bu çocuk dünyayı, algımızı, bilgimizi değiştirecek olan Isaac Newton'du. Gördükleriyle depreme neden olmuş Galileo’nun gözleri görmez olmuştu ölmeden önce... ama bu adamın zihninde parlayan ışığın etkisi yeni bir dünyanın yolunu açacaktı. 4 yaşındayken annesinin varlıklı bir adamın peşinden gitmesinden sonra anneannesi ile yanlız kaldığı köyde küçük Newton, keskin gözlerini ışıl ışıl parıldayan gökyüzüne dikti. Gözü başka bir şey görmüyordu ve ışık bu sefer zihinden geçmedi adeta düştü... bu düşüşten yıllar sonra 30 yıllık bir çalışmanın ürünü olan "OPTICKS: or, A Treatise of the Reflexions, Refractions, Inflexions and Colours of LIGHT" başlıklı bir başyapıt ortaya çıkacaktı.
Ancak aynı zamanlarda Newton'un parçaçık ısrarına karşın,
kırınım deneyi sonuçlarında parçaçık teorisi yetersiz kalıyordu. Huygens ve
Fresnel ışığın davranışını incelerken matematiksel olarak ışığın hareketinin ve yayılımının dalgasal olduğunu ortaya koydular. Maxwell elektrik dalgaları ve
manyetik alan denklemlerini birleştirdi, elektromanyetik dalgaların hızını
hesaplayarak ışığın hızına ulaştı ve ışığın farklı dalga boyları olan bir çeşit
elektromanyetik dalgalar olduğunu kanıtladı!... mı? Bu kadar sağlam kanıtlar
madalyonun bir yüzünü ortaya çıkarmıştı ama iş büyüdü…
Fransa 1789'da devrimle sarsılırken ve iktidarı monarşiden
ayırırken, Lavoisier de kimyayı simyadan kesin bir şekilde ayırıyordı, oksijen
ve hidrojene adını verdi. Birçok kimyasal element ve bileşik keşfetti ve kimya
atomik düzleme doğru ampirik bilgilerle koşmaya başladı. Lavoisier,
Demokritos’u yeniden diriltmişti; ama ışığın o zamanki fiziği üzerindeki
teoriye pek bir etkisi olamadı, herkes kendi bilimine gömülmeye
başladı… Lavosier’in yaşamı da çok uzun süremedi, eski rejime de yenisine de
yaranamamıştı… zaten rejimlerin akıllı insanlara pek ihtiyacı da olmazdı; en
üretken çağında saçma sapan bir vergi sorunu nedeniyle onu giyotine gönderen
hakim de “La République n’a
pas besoin de savants ni de chimistes” (Cumhuriyetin
bilimcilere ve kimyacılara ihtiyacı yoktur) dememiş miydi…
19. yüzyıl boyunca Young ve Maxwell'in elektromanyetik ışık
dalgaları teorisi Hertz'in deneyleri çerçevesinde neredeyse sorgulanamaz hale
gelmişti. Ahlak felsefesi hocası Adam Smith bile ekonomi teorisini oluştururken
etherin temel madde olma varsayımından etkilenmiş ve “görünmez el” klasik
iktisadın ana unsurlarından biri olmuştu. Ancak hala çok büyük bir sorun vardı
ama cevap sadece varolan kurgu çerçevesinde mantıksal olabildi.
Tıpkı ses dalgalarının yayılımında olduğu gibi, bir boşluğun
olmaması gerekiyordu. Ses dalgaları boşlukta yayılmıyordu, peki ışık dalgaları
nasıl yayılıyordu? Onu taşıyacak mutlaka başka bir madde olmalıydı. Ether
(esir) adı verildi bu maddeye kokusu, rengi, yoğunluğu, ağırlığı olmayan
anlamında... ışık uzayda bu madde aracılığıyla taşınıyordu. Teorideki kayıp
halka bulunmuştu ancak sadece teoride. Teorideki yeri sağlam bir şekilde
oturtulunca etheri bulma macerası gelişen teknolojik imkanlarla hız kazandı, son
yıllarda gördüğümüz CERN'in Higgs Bozununu (ki bulundu) bulma macerası gibi
birşeydi.
Yıl
1881'di. Michelson ve Morley kafa kafaya vererek tespit edilemeyen bu maddeyi
bulmak için 20 yıla yayılan birçok sıradışı deney yaptılar. Ellerinde ışığın
hızını kesin olarak ölçebilecekleri speedometre de vardı, güçlü silahları ve
keskin bir zekaları da. Önce; güneşin çevresinde saatte 108.000 km hızla dönen
dünyanın -bir geminin denizde arkasında bıraktığı köpüğe benzer bir şekilde-
uzayda bıraktığı izi bulmaya çalıştılar; sonra dünyanın dönüş yörüngesi yönünde
ve karşısında ışınları gönderdiler; bir ışının hızı diğerinden farklı olunca
etheri yakalamış olacaklardı... ancak evrendeki bu müthiş hayalet kendini bir türlü
göstermiyordu… vazgeçmediler ve sayısız deneyler yaptılar, bu kadar güçlü bir
teoriyi bunun için çöpe atamazlardı, er ya da geç 5. element olduğu varsayılan
ve cennetin de bundan oluştuğu düşünülmüş olan hayalet maddeyi bulacaklardı…
Özel bir ortam meydana getirdiler, havayı ve içindeki bütün
maddeleri dışarı çıkardılar; artık içerde ışık kaynağı ve bir de etherin
kaldığından emindiler; çünkü hiçbirşeyin olmadığı yerde o vardı ve büyük bir
özgüven ve heyecanla deneye başladılar... ama yoktu!... bulamadılar, ışığın
hızı hep aynıydı; hızını etkileyecek hayalet maddeden hiçbir iz yoktu... Büyük
ihtimalle sebebi aklımızın işleyişiydi; çünkü aklımız verilere, bilgimize,
oluşturduğumuz dile, kavramlara ve hepsini de graviteye tabi tutan inançlarımıza
(zihinde somutlaşmış beklentiler) göre mantık geliştirirdi. Bazen de öyle
noktalara varırdı ki hiçbir yeni bilginin işlenemediği kara delikler yaratırdı
kendi içinde insan zihni...
Bu kafadar ikili araçlarını, silahlarını, cephanelerini
genişleterek yıllarca olmayanı aradılar, sadece var olduğuna ve var olması
gerektiğine inanıyorlardı ki bir sürü de destekleyici bilimsel ve mantıklı
kanıt vardı ama ışık her seferinde adamı adeta deli edercesine yaklaşık 300
milyon metre/saniye hızındaydı ve hiç değişmiyordu; ancak bu tuhaf sonuç
sürekli kendini tekrarlasa da hiç bir şüphe uyandırmıyordu. Işık resmen çığlık
atıyordu ama duymuyorlardı onu, çünkü sadece olması gerekene odaklanmışlardı. Işığın dalga teorisi kanıt bulunamayınca temelinden sarsıldı... Newton ışıklar
içinde evrende biryerlerde gülümsüyordu.
20. yüzyıla gelmiştik ve büyük şehirler elektrikle ışıl
ışıl aydınlanmaya başlamıştı ancak ışığın fiziğinde büyük bir kriz vardı,
bulunamayan ether tüm teoriyi karanlığa gömüyordu... her yer ışıl ışıldı ama
ışığın nasıl davrandığı ve taşındığı çözülememişti...
Uzay-zaman mutlaktı, öyle olması gerekiyordu çünkü
binyıllardır öyleydi; yeryüzünün ve gökyüzünün (heavenly bodies) rolü belliydi.
Arada kimin neyin çevresinde döndüğü sorun olmuştu ama hazır, iyi işlenmiş ve
iktidar gücünü kullanan mutlak akıl-mantık ikilisi zoruyla bastırılmıştı...
sonra güç dengeleri değişmiş, sosyal, ekonomik ve nihayetinde siyasi dönüşümler
yaşanmış, bu süreçte bilimin üzerindeki baskılar azalmış ve daha güçlü ve özgür
bir konuma gelmişti. Ancak insan aklı çok da farklı çalışmıyordu, olması
gerekene fazla odaklanılıyordu... eski itiraz edenler artık oyun dışıydı,
bilimdeki yeni gelişmeleri algılayacak durumda bile değillerdi. Kütüphaneleri
ile donanımlı, ama bencillikten ve yorum gücünü kaybetme korkusundan tüm bilgi
kaynaklarını özenle kendine saklamış olan Vatikan artık konunun kendini
aştığını anlamıştı... tarımdaki gücünün azalması nedeniyle zaten siyasal gücü de
azalıyordu... yıllar sonra bir çeşit ether gibi olan "görünmez elin"
hakim olduğu finans piyasalarına girecek ve etkinliğini sürdürmeye
çalışacaktı... ne de olsa görünmeyenle çalışma konusunda uzmandı...
Neyse biz dönelim ışığımızın fiziğine, hep göz kamaştırıcıydı
zaten... o yüzden kendini görmekte zorlanıyorduk ve gözü ışıktan kör olmuş
aşıklarını bu nedenle sürekli hayal kırıklığına uğratabiliyordu. Ether
bulunamazken, ışık kendiyle ilgili deneylerde hep birşeyler ima etmeye
çalışırken zaman hızla akıyordu. Sonunda, hocalarından birinin hiçbir konuda
başarılı olamayacağını düşündüğü, ancak kendi kendine merakları doğrultusunda
öğrenebilen, bir anlamda eğitilip evcilleştirilmekten oldum olası haz etmeyen
bir genç adamın zihnine o bir türlü değişmeyen hızıyla birlikte girdi ışık.
Aklı farklı çalıştığı için dış dünyayla haddinden fazla sorun yaşamış olan bu
genç adam ışık için mükemmel bir tercih oldu, onu anlayacak birini bulduğunu
düşünüyordu ve haklı da çıkacaktı...
Işık kendini anlayacak olan adamı bulmuştu. Einstein 1905’de
yayınladığı “Über einen die
Erzeugung und Verwandlung des Lichtes betreffenden heuristischen Gesichtspunkt” (Işığın Oluşumu ve Dönüşümü
Üzerine Sezgisel bir Görüş) ve özel görelilik kuramıyla ilgili “Zur Elektrodynamik bewegter
Körper” (Hareketli
Cisimlerin Elektrodinamiği) başlıklı makalelerinde hem Planck’ın ışığın
ışımasının enerji paketleri biçiminde gerçekleştiği düşüncesini hem de
Maxwell’in eletromanyetik dalgalar düşüncesini farklı bir bakış açısıyla
değerlendirip ışığın dalgacık ve parçacık özelliğinin dualist (ikili) bir yapı
olduğunu vurguluyordu. Bir anlamda Kuantum fiziğinin kapılarını açan bu
görüşler artık ışığın hızının evrenin tek sabiti olduğunu öngörüyor, özel ve
genel görelilik teorileri uzay ve zamanı göreceli hale getiriyordu… artık
yüzyıllardır hatta binyıllardır varolması gerektiği düşünülen ve umutsuzca
aranan ethere ihtiyaç yoktu ve ışık teorik olarak ve farklı deneylerden
anlaşılabildiği üzere hem dalga hem de parçacık olarak hareket edebilirdi;
çünkü bu teorinin yıldızı, başrol oyuncusu ve tek değişmeyeni artık ışıktı, her
yönetmen böyle bir oyuncunun gölgesinde kalırdı; bu nedenle nasıl hareket
edeceğinden de sual olmazdı... tümüyle özgürdü…
Einstein’in özel görelilik kuramıyla ışığı tek sabit yapıp
fotonlara başrolü vermesi, uzay ve zamanı göreli hale getirmesi Kuantum
fiziğinin temellerini attı. 19. yüzyıl fiziğindeki dikkatli, bilgili
ve saplantılı olmayan bir aklın görebileceği çelişkiler, Einstein’ı
herşeyin anlaşılır olacağı bir fiziksel model düşüncesine itmişti ve özel
görelilik ve genel görelilik teorileriyle sağlam bir model ortaya koymuştu.
Ancak kaderin bir cilvesi yine kendini gösterdi. Kuantum mekaniğini inşa
ederken Einstein’ın determinist aklı, Kuantum teorisinin gittiği yoldan
şüphelenmeye başlamıştı. Gözlemciyi de deneyin bir parçası yapan Schrödinger’in kedisi ve Heisenberg’in
belirsizlik ilkesi Einstein
için bardağı taşıran son damla oldu. Kuantum teorisi üzerine Bohr ile
yaptıkları uzun, derin ve entelektüel sohbetlerde aklın sınırlarını
zorluyorlar, zihinlerindeki ışın kılıçlarıyla evrenin satranç tahtasında
dövüşen bu “pure” beyinler harikulade düşünce çatışmaları yaşıyorlardı... fakat bu
tartışmalar uzlaşmayla sonuçlanamadı ve Einstein kuantum teorisinden uzaklaştı; belirsizliğin olmayacağı elektromanyetik alan ve kütle çekimini tek bir
denklemde birleştirmeye çalıştığı bir birleşik alan kuramının peşine düştü
ancak sonuç hüsran oldu…
Bohr’un açtığı yol belirsizlikleri de merkezine alarak evreni
ve onun değişmez oyuncusunu anlama konusunda çok daha fazla bilgi ve kuram
vaadediyordu. Bu sefer de Einstein olması gerekenin ağına düşmüş ilk başta doğru
bir yolda yalnız kalan genç adam şimdi de hatalı bir yolda yalnız ve yaşlanmış
olarak kalmıştı. İçten içe şüphelense de, yaşamını sonuna doğru bu şüphe hayal
kırıklığına dönüşse de belirsizliğe karşı çıkıyor ve "Tanrı zar atmaz" diye
düşünüyordu, en azından böyle ifade etmişti birleşik alan kuramını ararken…
Düşünce alışkanlıkları ve zihnimizde oluşturduğumuz somut
beklentiler olarak nitelendirdiğim inançlarımız aklımızın bir tür kara
deliğidir. Farklı bakış açıları ve düşünce yapıları geliştirmedikçe olması
gerekenin çekim etkisinden kurtulamayız. Belki de beynimiz rasyonel ve
irrasyonel bilgileri aynı anda işlerken kendine özgü tutarlı ve kapalı bir
mantık geliştiren bir tür yapıdır. Zihnimiz sanki kurgusunun başarılı olmasını
kurgusunun anlamsızlığından daha çok önemser gibi davranır. Ne kadar
irrasyonel olursa olsun özellikle çocukluğu ve gençliğinde edindiği
düşüncelerini sorgulama kültürünü kazanmakta zorlanır.
Özel
ve genel göreliliğin büyük üstadı Einstein bile bazı deneyleri gözardı ederek
herşeyi açıklayacak bir teori peşinde uzun yıllar harcadı. Çünkü bizim objektif
olarak (etkisiz bir gözlemci) algılayabileceğimiz, yapısını çözebileceğimiz ve
anlayabileceğimiz bir evren öngörüyordu, binyılların düşünce birikimi ve
yöntemi onun üzerinde de bir noktada ağırlığını koruyordu. Ancak ışığın
davranışı ile ilgili olarak haklıydı… ışık hem dalga hem de parçacık olarak
hareket ediyordu. 20. yüzyıl bu ikiliğin anlaşılması üzerine yapılan deneyler,
tartışmalar, düşünceler ve oluşturulan kuramlarla geçti. Kuantum teorisi
çerçevesinde elde edilen ampirik veriler ve bilgilerle ortaya çıkan; bir
parçaçığın aynı anda iki ayrı yerde olması veya aynı anda hem dalga hem de
parçaçık özelliği göstermesi gibi olgular biz atom üstü dünyada yaşayan ve
düşündüğü için varolduğunu düşünebilen temsilcileri bile olan bir varlığın
binlerce yıldır aktarılan determinist aklının, bilgisinin ve mantığının
sınırlarını zorluyordu...
Tarihsel bakışla bir şen bilim makalesi olarak adlandırdığım
bu yazı, ışığın 2015 yılında çekilebilen bir fotoğrafı nedeniyle yazıldı.
Binlerce yıldır kendisini düşünen zihinleri yapısı ve davranışı ile ilgili
meşgul etmişti ışık… ve bir fotoğrafta ortaya çıktı. “Photography” dilimizdeki
güzel anlamı “ışıkla yazma sanatı”... ve ışık bu sefer kendini göstermişti; ya
da kendi sanatıyla kendini yazmıştı…
L Piazza, T.T.A. Lummen, E Quiñonez, Y Murooka, B.W. Reed, B Barwick & F Carbone “Simultaneous observation of the quantization and the interference
pattern of a plasmonic near-field” http://www.nature.com/ncomms/2015/150302/ncomms7407/full/ncomms7407.html#compounds
*Dalga ve parçacık (temsili) fotoğrafı ile ilgili haber
kaynağı http://earthsky.org/human-world/first-photo-of-light-as-both-particle-and-wave
*İçinde yaklaşık 1 trilyon
yıldız bulunan Andromeda Galaksisi’nin (Gökada) Spitzer Uzay Teleskopu
tarafından 2004 yılında çekilen kızılötesi fotoğrafı_http://www.nasa.gov/vision/universe/starsgalaxies/spitzer-20051013.html
Not: Işığın
zihnimizdeki yolculuğu matematik dili, yöntem, elde edilen ampirik bilgiler,
kuramlar ve bilim felsefesi kapsamında karmaşık ve olağanüstü düşünceler içeren
bir hikayedir, özellikle kısa bir yazıda ve hatta bir kitapta bile hakkını
vererek anlatabilmek çok zordur, en azından benim için. Bu yazının amacı da bu
değildir zaten; yazı popüler bilim yazımı tarzında olsa da farklı bir
anlatım denemesidir. Bilim ciddi bir konudur ve bu ciddiyetine bir zarar
getirmeden mizahın zihin açıcılığını da kullanarak ışığın epik bir hikayesini
bir “şen bilim” denemesi tadında yapmaya çalıştım, umarım başarılı ve anlamlı
olmuştur.
Bu kısa yazıda ismini anamadığım tarih boyunca
ışığı anlamaya ve anlatmaya çalışan herkese sonsuz teşekkürler…
Az çok konu ile alakam var ama ne süreci böyle derli toplu özetleyen ne de ilk defa burada duyduğum 'şenbilim" dili ile anlatan bir yazıya rastlamamıştım. Akıcı, nüktedan, farklı bakış açıları getiren tekrar tekrar okunası bir deneme olmuş. Kalemine, emeğine sağlık.
YanıtlaSilYücel Özer ÖZKÖK