5 Mayıs 2015 Salı

Işığın Parça Parça Dalga Geçişi

Işığın Gölgesinde Aklımızın 2500 Yıllık Yolculuğunun Şen Bilimsel bir Hikayesi


Ah bu ışık... hayatımızın en büyük fenomeni, onun sayesinde görür, tanımlar ve anlamaya çalışırız… en güçlü ve güvenilir duyumuzdur görmek ama en çok onunla aldanırız. Işık hayatımıza rengi katar, hemen hemen herşeye görünüşünü verir, kendi içine çökmüş karanlık yıldızlar ve bir de karanlık ruhlar hariç...


Andromeda*


Fenomenin hasıdır; somut, algılanabilir bir görünümdedir ama kendini gizlerken değdiği herşeyi görünür yapar, sadece görünür yapmakla da kalmaz cezbedici fiziğiyle dokunduğu yere aşikarlığını ve aynı anda da gizemini, karakterini, anlamını, gerçekliğini verir; yani kısaca hayat verir.
Ayın karanlık yüzünü sevenler ışıktan kaçarlar ondan yansımayan düşüncelere dalmak için, ama derin tünellerin sonunda hep onu gözlerler; onsuz olmaz çünkü... O, evrende, uzay ve zamanın göreliliğinde diğerlerine ulaşmamızı sağlayan tek sabittir. Aşağıdaki hikaye de onun zihnimizdeki 2500 yıllık kısa bir hikayesidir.
Işık biz sıradan fanilerinin hayatını renklendirirken, ışığın dokunduğunu değil de kendisini görmek isteyen bazı akıllılarımızı binyıllardır adeta deli etmiştir. Kimler mi? Kimler yok ki…
İlk bildiğimiz kurbanı Trakyalı Demokritos'tur. Sokrates öncesi doğa filozoflarının getirdiği atomcu bilgi birikimiyle herşeyin meydana geldiği tek bir madde görüşünden vazgeçerek, birbiriyle etkileşim halinde olan atomlardan oluşan parça parça maddeler dünyası öngörüp ışığın da bir atom gibi parça parça olduğunu ve aramızda öyle özgürce dolaştığını öne sürmüştür. Zaten ayrılığa karşı çıkan bir kilise de yoktu o zamanlar, kimse üstüne fazla gitmedi...
Ama hemen hemen aynı zamanlarda, herşeyi gösteren ama kendini gizliyen ışık nifak tohumlarını ekti zihnimize. Aristo gibi bir düşünce makinesinden de gizlenmek kolay değildi hani ve aklımızın medeniyetinin has yazılımcısı büyük Aristo'nun kategorik zihnine bir tarafından yakalandı. Aristo ışığı havadaki elementlerin dalga dalga ayrışması olarak düşündü; yani parçalanmayan dalga dalga ayrışan bir yapı. İskender fethederken dünyayı, ışık hocasının aklından dalga dalga geçiyordu. Aristo aklımızın işleyişini kurgularken yaşı küçük yüreği büyük İskender gençliğinin verdiği büyük bir aşkla yeryüzü fetihleriyle meşguldü ama sadece toprakları değil insanları da fethetmek istiyordu... Hocasının aklının ışığını batıdan doğuya götürdü... Bundan sonra hemen hemen herşey Aristo’nun mantığı ve düşünme disiplini yörüngesinde kalacaktı. Onun dili ve mantığı olmasaydı ve dili ve mantığıyla Aristo’yu bile tedirgin edecek bir dünya kurulmasaydı, Wittgenstein bu kadar acı çekmezdi belki de binlerce yıl sonra dilin ve mantığın peşinde...
Sonra unuttu ışığı insan zihni; sadece gösterdikleri ile ilgilendi... Çok çok zaman sonra Arap bilimcilerin zihininden geçti 11. yüzyıl civarlarında, kadim metinlere sarılmışlardı hayatı anlamak için, bunu gören ışık kendini tekrar hatırlattı insan zihnine. Basralı İbn al-Haytham namı diğer Alhazen, onun için, onun peşinde koşa koşa ve bir kelime “copy-paste” yapmadan ışığın nesneden gözümüze yansırken kat ettiği yolu anlatan bir tez bile yazdı; ışığın umurunda olmasa da babası unvanını aldı... Sonra Abd-al-Rahman al-Sufi (Azophi) gökyüzünde Andromeda'yı gördü ve sonra gözü başka hiçbir şey görmedi… adeta tutulmuştu, onun gözkamaştırıcı ışıklarından başka birşey düşünemez oldu... milyarlarca yıl sonra Andromeda galaksisinin (gökada) Samanyolumuza çarparak onu yokedeceğini bilseydi eğer eminim şaşkınlıktan ağzı açık kalırdı. Sonra çöktü bir medeniyet kara delik oluşturdu, ışık da geçmez oldu zihinlerden... hala ışığı gören yok oralarda...
Işık birkez daha uzun süre kayboldu insan zihninde, bitkilerle daha çok haşır neşir oldu; Ortaçağda beraber bir sürü fotosentez yaptılar, insanoğlu da bitkilerle haşır neşir oldu tarım gelişti kuzeydeki topraklara doğru... neden sonra bir adam çıktı ortaya Fransa'nın tarım merkezlerinden Loire vadisinde... yediği üzümler içtiği şaraplar işe yaramıştı... düşündü… düşündü ve varolduğuna karar verdi... o zamanlar ukalalık dili Latinceydi "Cogito ergo sum" dedi Descartes. Işık üzerine tezinde ters dalga diye bir kavram ortaya koydu, ışık takla atarken geçmişti zihininden... ters ya da düz dalgalanıyor bu dedi ve Aristo'yu memnun etti.
Sonra zihninden sağlam bir ışık demeti geçmiş olan Galileo 1642 yılının başlarında gözlerine artık ışık vuramaz bir halde ölümü beklerken ev hapsinde, aklından gördüğü büyük ışık kaynaklarını geçiriyordu... gökyüzündeki büyük parlak nesneleri gözlemlerken kim kimin etrafında dönüyor derken bir anda farketmiş ve aklı dönmüştü eski güzel günlerde... zorla bir itirafname imzalatılarak Kilise'den özür dilediğini hatırladı, sonra düşündükçe dili durmadığını ve kendinden de özür dilediğini anımsadı... ama kendinden dilediği özrün bedeli ağır olmuştu, haydi bakalım 70 yaşında hücreye... üzüntüden dik duramayan Piza kulesi hafifçe dengesini kaybetti ve eğildi biraz batarak, zaten Pisa’nın anlamı sulak, bataklık yer değil miydi, eğilmeyip de ne yapsaydı koca kule… 

Galileo Aristo'yu kızdırmıştı, onun bildiklerini bilse kızacak kadar akılsız bir adam değildi Aristo, ama onun aklıyla dünya kurgulayanlar kızgındı… Aristo düşünce ağları yapmıştı ama sonra onun düşünce ağlarından çok sağlam örümcek ağları örüldü zihinlere... bu ağlar güçlendi kurumsallaştı zamanla... dini, siyaseti, ekonomiyi, hayatı onun mantığı üzerine kuran ve kurumsallaştıran, adaleti de dağıtan Kilise'nin öfkesi büyük oldu... gerçekten olgunlaştığından mı bilinmez ama yaklaşık 360 sene sonra bir olgunluk gösterdi Vatikan, kanıtları bekledi, sonra yine bekledi biraz ve biraz haksızlık ettik dedi ve özür diledi. Aynı gün Kopernik'e de bir pardon dendi, ne de olsa artık bu düşünceler Kiliseyi öyle kolay yıkamazdı... dinler ne de olsa artık düşüncelerle ayakta durmuyordu, inançları korumaları yeterliydi... üzerinde oturdukları temel düşünceler unutuluyordu, unutturuluyordu.

Galileo ışığın hızını ölçmeye çalışan ilk kişi oldu; deneyleri basitti; ışığı anlamak ve hızını görmek için yeterli değildi tabi, ama sesten en az on kat hızlı diye düşündü, gerçeği bilseydi kimbilir nasıl bir şaşkınlık ve heyecan yaşardı… Galileo’nun hayatının son bulduğu 1642 yılının sonlarında İngiltere'de, kocasını dönemin çalkantılı İngiliz siyasetinin yolaçtığı iç savaş ortamında kaybeden Hannah Newton erken doğum yaptı; zayıf, hayatta kalacağı pek beklenmeyen bu çocuk dünyayı, algımızı, bilgimizi değiştirecek olan Isaac Newton'du. Gördükleriyle depreme neden olmuş Galileo’nun gözleri görmez olmuştu ölmeden önce... ama bu adamın zihninde parlayan ışığın etkisi yeni bir dünyanın yolunu açacaktı. 4 yaşındayken annesinin varlıklı bir adamın peşinden gitmesinden sonra anneannesi ile yanlız kaldığı köyde küçük Newton, keskin gözlerini ışıl ışıl parıldayan gökyüzüne dikti. Gözü başka bir şey görmüyordu ve ışık bu sefer zihinden geçmedi adeta düştü... bu düşüşten yıllar sonra 30 yıllık bir çalışmanın ürünü olan "OPTICKS: or, A Treatise of the Reflexions, Refractions, Inflexions and Colours of LIGHT" başlıklı bir başyapıt ortaya çıkacaktı.

Ancak aynı zamanlarda Newton'un parçaçık ısrarına karşın, kırınım deneyi sonuçlarında parçaçık teorisi yetersiz kalıyordu. Huygens ve Fresnel ışığın davranışını incelerken matematiksel olarak ışığın hareketinin ve yayılımının dalgasal olduğunu ortaya koydular. Maxwell elektrik dalgaları ve manyetik alan denklemlerini birleştirdi, elektromanyetik dalgaların hızını hesaplayarak ışığın hızına ulaştı ve ışığın farklı dalga boyları olan bir çeşit elektromanyetik dalgalar olduğunu kanıtladı!... mı? Bu kadar sağlam kanıtlar madalyonun bir yüzünü ortaya çıkarmıştı ama iş büyüdü…
Fransa 1789'da devrimle sarsılırken ve iktidarı monarşiden ayırırken, Lavoisier de kimyayı simyadan kesin bir şekilde ayırıyordı, oksijen ve hidrojene adını verdi. Birçok kimyasal element ve bileşik keşfetti ve kimya atomik düzleme doğru ampirik bilgilerle koşmaya başladı. Lavoisier, Demokritos’u yeniden diriltmişti; ama ışığın o zamanki fiziği üzerindeki teoriye pek bir etkisi olamadı, herkes kendi bilimine gömülmeye başladı… Lavosier’in yaşamı da çok uzun süremedi, eski rejime de yenisine de yaranamamıştı… zaten rejimlerin akıllı insanlara pek ihtiyacı da olmazdı; en üretken çağında saçma sapan bir vergi sorunu nedeniyle onu giyotine gönderen hakim de “La République n’a pas besoin de savants ni de chimistes” (Cumhuriyetin bilimcilere ve kimyacılara ihtiyacı yoktur) dememiş miydi…
19. yüzyıl boyunca Young ve Maxwell'in elektromanyetik ışık dalgaları teorisi Hertz'in deneyleri çerçevesinde neredeyse sorgulanamaz hale gelmişti. Ahlak felsefesi hocası Adam Smith bile ekonomi teorisini oluştururken etherin temel madde olma varsayımından etkilenmiş ve “görünmez el” klasik iktisadın ana unsurlarından biri olmuştu. Ancak hala çok büyük bir sorun vardı ama cevap sadece varolan kurgu çerçevesinde mantıksal olabildi.
Tıpkı ses dalgalarının yayılımında olduğu gibi, bir boşluğun olmaması gerekiyordu. Ses dalgaları boşlukta yayılmıyordu, peki ışık dalgaları nasıl yayılıyordu? Onu taşıyacak mutlaka başka bir madde olmalıydı. Ether (esir) adı verildi bu maddeye kokusu, rengi, yoğunluğu, ağırlığı olmayan anlamında... ışık uzayda bu madde aracılığıyla taşınıyordu. Teorideki kayıp halka bulunmuştu ancak sadece teoride. Teorideki yeri sağlam bir şekilde oturtulunca etheri bulma macerası gelişen teknolojik imkanlarla hız kazandı, son yıllarda gördüğümüz CERN'in Higgs Bozununu (ki bulundu) bulma macerası gibi birşeydi.

Yıl 1881'di. Michelson ve Morley kafa kafaya vererek tespit edilemeyen bu maddeyi bulmak için 20 yıla yayılan birçok sıradışı deney yaptılar. Ellerinde ışığın hızını kesin olarak ölçebilecekleri speedometre de vardı, güçlü silahları ve keskin bir zekaları da. Önce; güneşin çevresinde saatte 108.000 km hızla dönen dünyanın -bir geminin denizde arkasında bıraktığı köpüğe benzer bir şekilde- uzayda bıraktığı izi bulmaya çalıştılar; sonra dünyanın dönüş yörüngesi yönünde ve karşısında ışınları gönderdiler; bir ışının hızı diğerinden farklı olunca etheri yakalamış olacaklardı... ancak evrendeki bu müthiş hayalet kendini bir türlü göstermiyordu… vazgeçmediler ve sayısız deneyler yaptılar, bu kadar güçlü bir teoriyi bunun için çöpe atamazlardı, er ya da geç 5. element olduğu varsayılan ve cennetin de bundan oluştuğu düşünülmüş olan hayalet maddeyi bulacaklardı…
Özel bir ortam meydana getirdiler, havayı ve içindeki bütün maddeleri dışarı çıkardılar; artık içerde ışık kaynağı ve bir de etherin kaldığından emindiler; çünkü hiçbirşeyin olmadığı yerde o vardı ve büyük bir özgüven ve heyecanla deneye başladılar... ama yoktu!... bulamadılar, ışığın hızı hep aynıydı; hızını etkileyecek hayalet maddeden hiçbir iz yoktu... Büyük ihtimalle sebebi aklımızın işleyişiydi; çünkü aklımız verilere, bilgimize, oluşturduğumuz dile, kavramlara ve hepsini de graviteye tabi tutan inançlarımıza (zihinde somutlaşmış beklentiler) göre mantık geliştirirdi. Bazen de öyle noktalara varırdı ki hiçbir yeni bilginin işlenemediği kara delikler yaratırdı kendi içinde insan zihni...
Bu kafadar ikili araçlarını, silahlarını, cephanelerini genişleterek yıllarca olmayanı aradılar, sadece var olduğuna ve var olması gerektiğine inanıyorlardı ki bir sürü de destekleyici bilimsel ve mantıklı kanıt vardı ama ışık her seferinde adamı adeta deli edercesine yaklaşık 300 milyon metre/saniye hızındaydı ve hiç değişmiyordu; ancak bu tuhaf sonuç sürekli kendini tekrarlasa da hiç bir şüphe uyandırmıyordu. Işık resmen çığlık atıyordu ama duymuyorlardı onu, çünkü sadece olması gerekene odaklanmışlardı. Işığın dalga teorisi kanıt bulunamayınca temelinden sarsıldı... Newton ışıklar içinde evrende biryerlerde gülümsüyordu.
20. yüzyıla gelmiştik ve büyük şehirler elektrikle ışıl ışıl aydınlanmaya başlamıştı ancak ışığın fiziğinde büyük bir kriz vardı, bulunamayan ether tüm teoriyi karanlığa gömüyordu... her yer ışıl ışıldı ama ışığın nasıl davrandığı ve taşındığı çözülememişti...
Uzay-zaman mutlaktı, öyle olması gerekiyordu çünkü binyıllardır öyleydi; yeryüzünün ve gökyüzünün (heavenly bodies) rolü belliydi. Arada kimin neyin çevresinde döndüğü sorun olmuştu ama hazır, iyi işlenmiş ve iktidar gücünü kullanan mutlak akıl-mantık ikilisi zoruyla bastırılmıştı... sonra güç dengeleri değişmiş, sosyal, ekonomik ve nihayetinde siyasi dönüşümler yaşanmış, bu süreçte bilimin üzerindeki baskılar azalmış ve daha güçlü ve özgür bir konuma gelmişti. Ancak insan aklı çok da farklı çalışmıyordu, olması gerekene fazla odaklanılıyordu... eski itiraz edenler artık oyun dışıydı, bilimdeki yeni gelişmeleri algılayacak durumda bile değillerdi. Kütüphaneleri ile donanımlı, ama bencillikten ve yorum gücünü kaybetme korkusundan tüm bilgi kaynaklarını özenle kendine saklamış olan Vatikan artık konunun kendini aştığını anlamıştı... tarımdaki gücünün azalması nedeniyle zaten siyasal gücü de azalıyordu... yıllar sonra bir çeşit ether gibi olan "görünmez elin" hakim olduğu finans piyasalarına girecek ve etkinliğini sürdürmeye çalışacaktı... ne de olsa görünmeyenle çalışma konusunda uzmandı...
Neyse biz dönelim ışığımızın fiziğine, hep göz kamaştırıcıydı zaten... o yüzden kendini görmekte zorlanıyorduk ve gözü ışıktan kör olmuş aşıklarını bu nedenle sürekli hayal kırıklığına uğratabiliyordu. Ether bulunamazken, ışık kendiyle ilgili deneylerde hep birşeyler ima etmeye çalışırken zaman hızla akıyordu. Sonunda, hocalarından birinin hiçbir konuda başarılı olamayacağını düşündüğü, ancak kendi kendine merakları doğrultusunda öğrenebilen, bir anlamda eğitilip evcilleştirilmekten oldum olası haz etmeyen bir genç adamın zihnine o bir türlü değişmeyen hızıyla birlikte girdi ışık. Aklı farklı çalıştığı için dış dünyayla haddinden fazla sorun yaşamış olan bu genç adam ışık için mükemmel bir tercih oldu, onu anlayacak birini bulduğunu düşünüyordu ve haklı da çıkacaktı...

Işık kendini anlayacak olan adamı bulmuştu. Einstein 1905’de yayınladığı “Über einen die Erzeugung und Verwandlung des Lichtes betreffenden heuristischen Gesichtspunkt” (Işığın Oluşumu ve Dönüşümü Üzerine Sezgisel bir Görüş) ve özel görelilik kuramıyla ilgili “Zur Elektrodynamik bewegter Körper” (Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği) başlıklı makalelerinde hem Planck’ın ışığın ışımasının enerji paketleri biçiminde gerçekleştiği düşüncesini hem de Maxwell’in eletromanyetik dalgalar düşüncesini farklı bir bakış açısıyla değerlendirip ışığın dalgacık ve parçacık özelliğinin dualist (ikili) bir yapı olduğunu vurguluyordu. Bir anlamda Kuantum fiziğinin kapılarını açan bu görüşler artık ışığın hızının evrenin tek sabiti olduğunu öngörüyor, özel ve genel görelilik teorileri uzay ve zamanı göreceli hale getiriyordu… artık yüzyıllardır hatta binyıllardır varolması gerektiği düşünülen ve umutsuzca aranan ethere ihtiyaç yoktu ve ışık teorik olarak ve farklı deneylerden anlaşılabildiği üzere hem dalga hem de parçacık olarak hareket edebilirdi; çünkü bu teorinin yıldızı, başrol oyuncusu ve tek değişmeyeni artık ışıktı, her yönetmen böyle bir oyuncunun gölgesinde kalırdı; bu nedenle nasıl hareket edeceğinden de sual olmazdı... tümüyle özgürdü…
Einstein’in özel görelilik kuramıyla ışığı tek sabit yapıp fotonlara başrolü vermesi, uzay ve zamanı göreli hale getirmesi Kuantum fiziğinin temellerini attı. 19. yüzyıl fiziğindeki dikkatli, bilgili ve saplantılı olmayan bir aklın görebileceği çelişkiler, Einstein’ı herşeyin anlaşılır olacağı bir fiziksel model düşüncesine itmişti ve özel görelilik ve genel görelilik teorileriyle sağlam bir model ortaya koymuştu. Ancak kaderin bir cilvesi yine kendini gösterdi. Kuantum mekaniğini inşa ederken Einstein’ın determinist aklı, Kuantum teorisinin gittiği yoldan şüphelenmeye başlamıştı. Gözlemciyi de deneyin bir parçası yapan Schrödinger’in kedisi ve Heisenberg’in belirsizlik ilkesi Einstein için bardağı taşıran son damla oldu. Kuantum teorisi üzerine Bohr ile yaptıkları uzun, derin ve entelektüel sohbetlerde aklın sınırlarını zorluyorlar, zihinlerindeki ışın kılıçlarıyla evrenin satranç tahtasında dövüşen bu “pure” beyinler harikulade düşünce çatışmaları yaşıyorlardı... fakat bu tartışmalar uzlaşmayla sonuçlanamadı ve Einstein kuantum teorisinden uzaklaştı; belirsizliğin olmayacağı elektromanyetik alan ve kütle çekimini tek bir denklemde birleştirmeye çalıştığı bir birleşik alan kuramının peşine düştü ancak sonuç hüsran oldu…
Bohr’un açtığı yol belirsizlikleri de merkezine alarak evreni ve onun değişmez oyuncusunu anlama konusunda çok daha fazla bilgi ve kuram vaadediyordu. Bu sefer de Einstein olması gerekenin ağına düşmüş ilk başta doğru bir yolda yalnız kalan genç adam şimdi de hatalı bir yolda yalnız ve yaşlanmış olarak kalmıştı. İçten içe şüphelense de, yaşamını sonuna doğru bu şüphe hayal kırıklığına dönüşse de belirsizliğe karşı çıkıyor ve "Tanrı zar atmaz" diye düşünüyordu, en azından böyle ifade etmişti birleşik alan kuramını ararken…
Düşünce alışkanlıkları ve zihnimizde oluşturduğumuz somut beklentiler olarak nitelendirdiğim inançlarımız aklımızın bir tür kara deliğidir. Farklı bakış açıları ve düşünce yapıları geliştirmedikçe olması gerekenin çekim etkisinden kurtulamayız. Belki de beynimiz rasyonel ve irrasyonel bilgileri aynı anda işlerken kendine özgü tutarlı ve kapalı bir mantık geliştiren bir tür yapıdır. Zihnimiz sanki kurgusunun başarılı olmasını kurgusunun anlamsızlığından daha çok önemser gibi davranır.  Ne kadar irrasyonel olursa olsun özellikle çocukluğu ve gençliğinde edindiği düşüncelerini sorgulama kültürünü kazanmakta zorlanır.
Özel ve genel göreliliğin büyük üstadı Einstein bile bazı deneyleri gözardı ederek herşeyi açıklayacak bir teori peşinde uzun yıllar harcadı. Çünkü bizim objektif olarak (etkisiz bir gözlemci) algılayabileceğimiz, yapısını çözebileceğimiz ve anlayabileceğimiz bir evren öngörüyordu, binyılların düşünce birikimi ve yöntemi onun üzerinde de bir noktada ağırlığını koruyordu. Ancak ışığın davranışı ile ilgili olarak haklıydı… ışık hem dalga hem de parçacık olarak hareket ediyordu. 20. yüzyıl bu ikiliğin anlaşılması üzerine yapılan deneyler, tartışmalar, düşünceler ve oluşturulan kuramlarla geçti. Kuantum teorisi çerçevesinde elde edilen ampirik veriler ve bilgilerle ortaya çıkan; bir parçaçığın aynı anda iki ayrı yerde olması veya aynı anda hem dalga hem de parçaçık özelliği göstermesi gibi olgular biz atom üstü dünyada yaşayan ve düşündüğü için varolduğunu düşünebilen temsilcileri bile olan bir varlığın binlerce yıldır aktarılan determinist aklının, bilgisinin ve mantığının sınırlarını zorluyordu...                                
Tarihsel bakışla bir şen bilim makalesi olarak adlandırdığım bu yazı, ışığın 2015 yılında çekilebilen bir fotoğrafı nedeniyle yazıldı. Binlerce yıldır kendisini düşünen zihinleri yapısı ve davranışı ile ilgili meşgul etmişti ışık… ve bir fotoğrafta ortaya çıktı. “Photography” dilimizdeki güzel anlamı “ışıkla yazma sanatı”... ve ışık bu sefer kendini göstermişti; ya da kendi sanatıyla kendini yazmıştı… 

L Piazza, T.T.A. Lummen, E Quiñonez, Y Murooka, B.W. Reed, B Barwick F Carbone “Simultaneous observation of the quantization and the interference pattern of a plasmonic near-field” http://www.nature.com/ncomms/2015/150302/ncomms7407/full/ncomms7407.html#compounds 
*Dalga ve parçacık (temsili) fotoğrafı ile ilgili haber kaynağı http://earthsky.org/human-world/first-photo-of-light-as-both-particle-and-wave
*İçinde yaklaşık 1 trilyon yıldız bulunan Andromeda Galaksisi’nin (Gökada) Spitzer Uzay Teleskopu tarafından 2004 yılında çekilen kızılötesi fotoğrafı_http://www.nasa.gov/vision/universe/starsgalaxies/spitzer-20051013.html

Not: Işığın zihnimizdeki yolculuğu matematik dili, yöntem, elde edilen ampirik bilgiler, kuramlar ve bilim felsefesi kapsamında karmaşık ve olağanüstü düşünceler içeren bir hikayedir, özellikle kısa bir yazıda ve hatta bir kitapta bile hakkını vererek anlatabilmek çok zordur, en azından benim için. Bu yazının amacı da bu değildir zaten; yazı popüler bilim yazımı tarzında olsa da farklı bir anlatım denemesidir. Bilim ciddi bir konudur ve bu ciddiyetine bir zarar getirmeden mizahın zihin açıcılığını da kullanarak ışığın epik bir hikayesini bir “şen bilim” denemesi tadında yapmaya çalıştım, umarım başarılı ve anlamlı olmuştur.
Bu kısa yazıda ismini anamadığım tarih boyunca ışığı anlamaya ve anlatmaya çalışan herkese sonsuz teşekkürler…

1 yorum:

  1. Az çok konu ile alakam var ama ne süreci böyle derli toplu özetleyen ne de ilk defa burada duyduğum 'şenbilim" dili ile anlatan bir yazıya rastlamamıştım. Akıcı, nüktedan, farklı bakış açıları getiren tekrar tekrar okunası bir deneme olmuş. Kalemine, emeğine sağlık.

    Yücel Özer ÖZKÖK

    YanıtlaSil