*UYARI: Bu yazı dizisinde kadınlar için 20, erkekler için 30 yaş sınırı vardır.
À bout de Souffle - I:
Aşkın ve Cinayetin Arkeolojisi
“Ce n'est pas d'où tu prends les choses
- c'est où tu veux les amener”
Jean-Luc Godard
“À bout de Souffle” Fransız Yeni
Dalga (La Nouvelle Vague) sinema akımının ve bu akımın en önde gelen
yönetmenlerinden Jean-Luc Godard’nın ilk ve belki de en önemli filmidir.
Fransız ve dünya sinemasında bir dönüm noktası; yönetmeni neredeyse tümüyle
eserinin sanatçısı yapan yeni bir anlatım tarzının başyapıtıdır. Eski ve yeni
sinema ayrımı bu film ile anlam kazanmış ve bir yönetmenin doğuşuna neden
olmuştur.
Godard kurgunun sınırlarından ve klişelerinden uzak,
gerçeğin olasılıklarının öngörülemezliği ve belirsizliğine dalarak, sert
söyleminin sanatını sinema aracılığıyla ifade eder. Böylece Godard, çağının
fenomenlerinin ve imajlarının ardına bakmayı başarabilen cesur bir tanığı olarak
ortaya çıkar...
Filmin çekimi kolay başlamaz, senaryo Yeni Dalga akımının önemli ama aynı
zamanda klasik sinema anlatımına olan ilgisini de koruyan yönetmenlerinden biri
olan François Truffaut tarafından gerçek bir olaydan esinlenilerek birkaç yıl
önce yazılmıştır. Godard senaryoyu dayanılmaz bir arzuyla filme çekmek ister. Sergei
Eisenstein ve Orson Welles’in ilk filmlerini gerçekleştirdiklerinde 26 yaşında
oldukları düşüncesiyle, 30 yaşının şafağındaki Godard’ın egosu acele etmesini
söyler içten içe. Büyük yönetmenlerin filmleri aklının bir köşesinde,
Truffaut’ın hikayesinden yola çıkarak yapmak istedikleri, düşünceleri ise
Godard’ın yüreğinin en derinlerindeki hüznündedir.
Truffaut’un hikayesindeki adı Lucien olan baş karakterine yeni bir isim verir ve Michel’e çevirir. Artık Michel, yani “aziz
meleği” bundan sonra sürekli içinde büyüyecektir... Godard beş parasızdır,
düşüncelerini, aklından sürekli gördüğü sahnelerini gerçekleştirme arzusuyla
yanıp tutuşmaktadır, ama çaresizdir. Bir ressam, bir müzisyen gibi parasız
yapamaz sanatını, sinema sanatının en dramatik yanıdır parasız yapılamaması...
Godard senaryonun ana hatlarını değiştirmez, ancak
Truffaut’nun düşünceleri ve algısını da zorlayan bir yaklaşımla birkaç önemli
değişiklik yapar, özellikle de son sahnedeki değişiklikler dramatik olacaktır.
Ayrıca Michel ve Patricia’nın otel odasındaki 25 dakikalık sahnesi de
Truffaut’nun senaryosundaki 10 dakikalık süreyi çok aşmış ve senaryonun odağını
diyalogların içeriğine ve gücüne kaydırmıştır. Godard bu sahnenin çekimini bir
yıl önce çektiği kısa filmi Charlotte et son Jules’da prova
etmiştir adeta ve şimdi çok daha etkileyici oyunculuklar ve güçlü diyaloglarla
sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden birini çeker.
Film için bir yapımcıyı da ikna etmek hiç kolay
olmamıştır; Truffaut daha önce herhangi bir yapımcının ilgisini çekmeyi
başaramamıştır. Maddi bir uygarlıkta dönüşümler kolay olmaz, bu nedenle
geçmişin başarılı yapımlarına benzer projeler ve konular desteklenir; her
yenilik, her yeni söz, her yeni söylem, her yeni anlatım risklidir. Günümüz de
bu kısır döngülerin ağırlığı altında ezilmektedir, çünkü nihayetinde bir
yatırımdır yapımcı açısından ve gişe önemlidir. Bu yüzden imajların ve
klişelerin dünyasında en içten ve gerçekçi sesler, hayatın kıyılarından ve
köşelerinden kalabalıkların duyamayacağı çığlıkları atanlardan gelir. Kendimizden
kaçarken duyamayacağımız sesler, sözler, söylemler ve çığlıklardır bunlar…
Filmin önünü açan Godard ve Truffaut’yu tekrar
heyecanlandıran ise Truffaut’nun bir yıl önce yaptığı Les Quatre Cents Coups (400 Darbe) adlı ilgi gören, heyecan
uyandıran ve övgü alan filmidir. Filmin başarısı Godard’a ilk uzun metrajlı
filmini gerçekleştirebilme fırsatını verecektir. Truffaut’nun da çabalarıyla
tanıdıkları bir yapımcı olan Georges de Beauregard da sonunda ikna
edilebilmiştir. Yine de filmin başarılı olacağına olan inanç şüphenin
gölgesinde kaldığından, ayrılan kısıtlı maddi imkanlarla o günün şartlarında
ortalama bir filmin yarısına yakın bir bütçeyle çekilebilir ancak. Ama Godard
zorlukların sıkıntısının altında ilk göz ağrısına, ilk yaratıcı bunalımı olan filmine, baştan sona iç dünyasının ağırlığını koyar, akışkan tuvalinde izleneni
izleyen ile birlikte harmanlar ve seyircisini de filminin yani gerçekliğinin
bir parçası yapar…
Yapımcı bulunduktan sonra sıra oyunculara gelir; Saint Joan ve Bonjour Tristesse (Merhaba Hüzün) filmlerinde oynamış, Cahiers du Cinéma dergisinde kendisiyle
ilgili olumlu eleştiriler yazmış Godard’ın ilgisini çeken Amerikalı aktris Jean
Seberg düşünülür, özellikle Merhaba Hüznün kadını onu etkilemiştir. Ancak ne
ajansını ne de gencecik Seberg’i ikna etmek kolay olmaz… İlk görüşmelerinde
Seberg, “inanılmaz bir ölçüde içine
kapanık, konuştuğumda bir kez olsun bile gözümün içine bakmayan, dağınık
görünüşlü gözlüklü genç bir adam” olarak nitelendirdiği Godard’dan hiç mi
hiç etkilenmez. Sinemaya, yönetmenliğe meraklı ve Godard’da gelecek gören
Seberg’in o zamanki eşi François Moreuil’in ısrarı sayesinde ve filmin
bütçesinin yaklaşık altıda birine (15.000$)
hem ajansı hem de Seberg ikna edilebilir sonunda…
Godard, “bir
film yapmak için tek ihtiyacınız olan bir kadın ve bir
silah” demiş olsa da, bu film için sadece kadın ve silah çok yetersiz
kalacaktır... bu nedenle şimdi de gelelim yönetmenimizin gözde oyuncusuna; meleğinin bedeni olacak olan Jean-Paul Belmondo’ya. Godard’ın
1958 yapımı Charlotte et son Jules adlı kısa filminde de oynamış yıldızı
parlamaya ve ana akım film endüstrisinden teklifler almaya başlayan genç bir
aktördür o yıllarda Belmondo, ajansının “hayatının
en büyük hatasını yapıyorsun” sözlerine rağmen genç Jean-Paul yönetmenin,
yönetmeninin tekifini tereddütsüz kabul eder.
1959 yılının Paris yazının sonlarında Godard hayalini
gerçekleştirmeye başlar; çekim tarzı da teknik açıdan bambaşka olacaktır; elde
taşınır bir kamera ve doğal ışık ya da minimum aydınlatma ile kameramanı Raoul
Coutard’ın geçmiş tecrübelerine atıfla bir belgesel gibi çekmeye başlar
filmini. Sinemanın stüdyo temizliği yoktur artık, birbiri ardına sıralanan
özenli fotoğraf kareleri de… Hayat tüm olağan görünüşü ve gerçekliğiyle
Godard’ın kamerasının önündedir, makyajsız; tüm doğallığıyla… özellikle kameranın
oyuncunun yürüyüş hızında geriye giderek akışkanlığı bozmadan hissettirerek
çekim yaptığı sahneler basit ama olağanüstü estetiktir…
Filmini çekerken Godard, adeta yapıtını her seferinde
yeniden inşa eder; diyalogları silbaştan yazar, kendi doğaçlamalarına izin
verir… yapımcının filmin bir an önce bitirilmesi yönündeki tüm ısrarlarına
rağmen çalışma saatlerini genelde birkaç saat ile sınırlandırır, ama bazen 15
dakikaya düşer bazen de 12 saate çıkar çekim süreleri… hatta ihtiyacı olan
ilhamı hissedemediği, aklındaki anlatım tarzını ve içeriği oturtamadığı
günlerde de tüm çekimi iptal eder, yazdığı dialogları atar, yeniden ve yeniden
yazar. Kendiyle, aklıyla, yüreğiyle mücadele eder, adeta savaşır ve oyuncular
onun anlık yaratıcılığının, düşüncelerinin ve tepkilerinin sonuçlarıyla başa
çıkmaya çalışmak zorunda kalır, kendi aşkınlığı ile başbaşa kendisi dışında
başta Seberg ve Belmondo olmak üzere herkes için zor olan bir sürece sokar
çekim aşamasını...
Godard’ın doğum sancıları sonucunda ortaya 150 dakikalık
bir film çıkar, ancak yapımcı 90 dakikaya düşürmesini ister. Beauregard ile
aralarındaki gerilim bir seferinde doruk noktasına ulaşır; bir cafe’de yumruk yumruğa kavga bile
ederler…
Godard sahnelerini çok önem
verdiği diyalogların hiçbirini atmak
istemez ve sahne içi kesintiler yapar... bu durum filmde akışkanlığın
geleneksel bütün kurallarının bozulmasıyla sonuçlanır; zaten hem anlatımda hem
de filmin çekim tarzında yeni birşeyler denemek isteyen Godard için, izlerken
en azından beni ilk bakışta biraz rahatsız etmiş olan bu akışkanlığın eksikliği,
şartlar çerçevesinde bilinçli bir zorunlu tercih olarak ortaya çıkmıştır.
Film radikalliğine rağmen beklentiye
göre çok başarılı olur ve gişede de maliyetine göre büyük bir gelir kazandırır
yapımcısına. Filmin çekim aşamasında da gazetecilerin merakına Godard’ın
kendine özgü yönetmenlik tarzının ilgi çekiciliğiyle hitap edilir, ve film daha
bitmeden merak uyandırmaya başlar basında… Seberg’in kısacık saçlarıyla duru
güzelliği ve Belmondo’nun oyunculuğu Godard’ın söyleminin biraz önüne geçer,
geçirilir ve gişedeki başarısının yanısıra başka dillerdeki sunuş ve pazarlama
dilinde de bu durum etkili olur.
Godard’ın başarısı ile modern dünyada bireyi bir imajın
temsilinin dışında anlatan yeni bir sinemanın kapıları açılır böylece. Ancak
popüler olmanın laneti anlaşılır olmaktan uzaklaşmanın felaketini de
beraberinde getirir; özellikle de başka diller ve başka dünyalarda…
Buraya kadar filmin ortaya çıkış
ve çekiliş sürecini kısaca anlatmaya çalıştım… Artık Godard’ın düşüncelerine,
söylemine ve perdeye yansıyan sanatına ayrıntılı bir şekilde bakabiliriz… Godard’ın
kendi hayat tecrübesinden ve II. Dünya savaşı sonrasında Fransa’nın ve kadim başkenti Paris’in
entelektüel ortamında hissettiği ve gördüğü gerçekliklerden yola çıkarak, sinema
sanatında biçim, içerik ve anlatım yönünden devrim düzeyinde değişiklikler yaparak
yarattığı ilk uzun metrajlı filmi olan À
bout de Souffle’ye geçebiliriz…
Şimdi, yazının ikinci bölümünde, filmin adıyla başlayan
dil, çeviri ve anlam sorunları ile kapıyı açıp; 55 yıl sonra Godard ve diğer Jean’lar (Jean
Seberg-Jean-Paul Belmondo) ile birlikte tekrar yola çıkıp, kıyının biraz
uzağında ve Godard’ın aklının, düşüncelerinin ve söyleminin izinde modern
dünyada insanı arayacağız… varolmaya çalışırken kaybolan insanı…
“À bout de Souffle” Fransız Yeni
Dalga (La Nouvelle Vague) sinema akımının ve bu akımın en önde gelen
yönetmenlerinden Jean-Luc Godard’nın ilk ve belki de en önemli filmidir.
Fransız ve dünya sinemasında bir dönüm noktası; yönetmeni neredeyse tümüyle
eserinin sanatçısı yapan yeni bir anlatım tarzının başyapıtıdır. Eski ve yeni
sinema ayrımı bu film ile anlam kazanmış ve bir yönetmenin doğuşuna neden
olmuştur.
Godard kurgunun sınırlarından ve klişelerinden uzak,
gerçeğin olasılıklarının öngörülemezliği ve belirsizliğine dalarak, sert
söyleminin sanatını sinema aracılığıyla ifade eder. Böylece Godard, çağının
fenomenlerinin ve imajlarının ardına bakmayı başarabilen cesur bir tanığı olarak
ortaya çıkar...
Filmin çekimi kolay başlamaz, senaryo Yeni Dalga akımının önemli ama aynı
zamanda klasik sinema anlatımına olan ilgisini de koruyan yönetmenlerinden biri
olan François Truffaut tarafından gerçek bir olaydan esinlenilerek birkaç yıl
önce yazılmıştır. Godard senaryoyu dayanılmaz bir arzuyla filme çekmek ister. Sergei
Eisenstein ve Orson Welles’in ilk filmlerini gerçekleştirdiklerinde 26 yaşında
oldukları düşüncesiyle, 30 yaşının şafağındaki Godard’ın egosu acele etmesini
söyler içten içe. Büyük yönetmenlerin filmleri aklının bir köşesinde,
Truffaut’ın hikayesinden yola çıkarak yapmak istedikleri, düşünceleri ise
Godard’ın yüreğinin en derinlerindeki hüznündedir.
Truffaut’un hikayesindeki adı Lucien olan baş karakterine yeni bir isim verir ve Michel’e çevirir. Artık Michel, yani “aziz
meleği” bundan sonra sürekli içinde büyüyecektir... Godard beş parasızdır,
düşüncelerini, aklından sürekli gördüğü sahnelerini gerçekleştirme arzusuyla
yanıp tutuşmaktadır, ama çaresizdir. Bir ressam, bir müzisyen gibi parasız
yapamaz sanatını, sinema sanatının en dramatik yanıdır parasız yapılamaması...
Godard senaryonun ana hatlarını değiştirmez, ancak
Truffaut’nun düşünceleri ve algısını da zorlayan bir yaklaşımla birkaç önemli
değişiklik yapar, özellikle de son sahnedeki değişiklikler dramatik olacaktır.
Ayrıca Michel ve Patricia’nın otel odasındaki 25 dakikalık sahnesi de
Truffaut’nun senaryosundaki 10 dakikalık süreyi çok aşmış ve senaryonun odağını
diyalogların içeriğine ve gücüne kaydırmıştır. Godard bu sahnenin çekimini bir
yıl önce çektiği kısa filmi Charlotte et son Jules’da prova
etmiştir adeta ve şimdi çok daha etkileyici oyunculuklar ve güçlü diyaloglarla
sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden birini çeker.
Film için bir yapımcıyı da ikna etmek hiç kolay
olmamıştır; Truffaut daha önce herhangi bir yapımcının ilgisini çekmeyi
başaramamıştır. Maddi bir uygarlıkta dönüşümler kolay olmaz, bu nedenle
geçmişin başarılı yapımlarına benzer projeler ve konular desteklenir; her
yenilik, her yeni söz, her yeni söylem, her yeni anlatım risklidir. Günümüz de
bu kısır döngülerin ağırlığı altında ezilmektedir, çünkü nihayetinde bir
yatırımdır yapımcı açısından ve gişe önemlidir. Bu yüzden imajların ve
klişelerin dünyasında en içten ve gerçekçi sesler, hayatın kıyılarından ve
köşelerinden kalabalıkların duyamayacağı çığlıkları atanlardan gelir. Kendimizden
kaçarken duyamayacağımız sesler, sözler, söylemler ve çığlıklardır bunlar…
Filmin önünü açan Godard ve Truffaut’yu tekrar heyecanlandıran ise Truffaut’nun bir yıl önce yaptığı Les Quatre Cents Coups (400 Darbe) adlı ilgi gören, heyecan uyandıran ve övgü alan filmidir. Filmin başarısı Godard’a ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirebilme fırsatını verecektir. Truffaut’nun da çabalarıyla tanıdıkları bir yapımcı olan Georges de Beauregard da sonunda ikna edilebilmiştir. Yine de filmin başarılı olacağına olan inanç şüphenin gölgesinde kaldığından, ayrılan kısıtlı maddi imkanlarla o günün şartlarında ortalama bir filmin yarısına yakın bir bütçeyle çekilebilir ancak. Ama Godard zorlukların sıkıntısının altında ilk göz ağrısına, ilk yaratıcı bunalımı olan filmine, baştan sona iç dünyasının ağırlığını koyar, akışkan tuvalinde izleneni izleyen ile birlikte harmanlar ve seyircisini de filminin yani gerçekliğinin bir parçası yapar…
Yapımcı bulunduktan sonra sıra oyunculara gelir; Saint Joan ve Bonjour Tristesse (Merhaba Hüzün) filmlerinde oynamış, Cahiers du Cinéma dergisinde kendisiyle
ilgili olumlu eleştiriler yazmış Godard’ın ilgisini çeken Amerikalı aktris Jean
Seberg düşünülür, özellikle Merhaba Hüznün kadını onu etkilemiştir. Ancak ne
ajansını ne de gencecik Seberg’i ikna etmek kolay olmaz… İlk görüşmelerinde
Seberg, “inanılmaz bir ölçüde içine
kapanık, konuştuğumda bir kez olsun bile gözümün içine bakmayan, dağınık
görünüşlü gözlüklü genç bir adam” olarak nitelendirdiği Godard’dan hiç mi
hiç etkilenmez. Sinemaya, yönetmenliğe meraklı ve Godard’da gelecek gören
Seberg’in o zamanki eşi François Moreuil’in ısrarı sayesinde ve filmin
bütçesinin yaklaşık altıda birine (15.000$)
hem ajansı hem de Seberg ikna edilebilir sonunda…
Godard, “bir
film yapmak için tek ihtiyacınız olan bir kadın ve bir
silah” demiş olsa da, bu film için sadece kadın ve silah çok yetersiz
kalacaktır... bu nedenle şimdi de gelelim yönetmenimizin gözde oyuncusuna; meleğinin bedeni olacak olan Jean-Paul Belmondo’ya. Godard’ın
1958 yapımı Charlotte et son Jules adlı kısa filminde de oynamış yıldızı
parlamaya ve ana akım film endüstrisinden teklifler almaya başlayan genç bir
aktördür o yıllarda Belmondo, ajansının “hayatının
en büyük hatasını yapıyorsun” sözlerine rağmen genç Jean-Paul yönetmenin,
yönetmeninin tekifini tereddütsüz kabul eder.
1959 yılının Paris yazının sonlarında Godard hayalini gerçekleştirmeye başlar; çekim tarzı da teknik açıdan bambaşka olacaktır; elde taşınır bir kamera ve doğal ışık ya da minimum aydınlatma ile kameramanı Raoul Coutard’ın geçmiş tecrübelerine atıfla bir belgesel gibi çekmeye başlar filmini. Sinemanın stüdyo temizliği yoktur artık, birbiri ardına sıralanan özenli fotoğraf kareleri de… Hayat tüm olağan görünüşü ve gerçekliğiyle Godard’ın kamerasının önündedir, makyajsız; tüm doğallığıyla… özellikle kameranın oyuncunun yürüyüş hızında geriye giderek akışkanlığı bozmadan hissettirerek çekim yaptığı sahneler basit ama olağanüstü estetiktir…
1959 yılının Paris yazının sonlarında Godard hayalini gerçekleştirmeye başlar; çekim tarzı da teknik açıdan bambaşka olacaktır; elde taşınır bir kamera ve doğal ışık ya da minimum aydınlatma ile kameramanı Raoul Coutard’ın geçmiş tecrübelerine atıfla bir belgesel gibi çekmeye başlar filmini. Sinemanın stüdyo temizliği yoktur artık, birbiri ardına sıralanan özenli fotoğraf kareleri de… Hayat tüm olağan görünüşü ve gerçekliğiyle Godard’ın kamerasının önündedir, makyajsız; tüm doğallığıyla… özellikle kameranın oyuncunun yürüyüş hızında geriye giderek akışkanlığı bozmadan hissettirerek çekim yaptığı sahneler basit ama olağanüstü estetiktir…
Filmini çekerken Godard, adeta yapıtını her seferinde
yeniden inşa eder; diyalogları silbaştan yazar, kendi doğaçlamalarına izin
verir… yapımcının filmin bir an önce bitirilmesi yönündeki tüm ısrarlarına
rağmen çalışma saatlerini genelde birkaç saat ile sınırlandırır, ama bazen 15
dakikaya düşer bazen de 12 saate çıkar çekim süreleri… hatta ihtiyacı olan
ilhamı hissedemediği, aklındaki anlatım tarzını ve içeriği oturtamadığı
günlerde de tüm çekimi iptal eder, yazdığı dialogları atar, yeniden ve yeniden
yazar. Kendiyle, aklıyla, yüreğiyle mücadele eder, adeta savaşır ve oyuncular
onun anlık yaratıcılığının, düşüncelerinin ve tepkilerinin sonuçlarıyla başa
çıkmaya çalışmak zorunda kalır, kendi aşkınlığı ile başbaşa kendisi dışında
başta Seberg ve Belmondo olmak üzere herkes için zor olan bir sürece sokar
çekim aşamasını...
Godard’ın doğum sancıları sonucunda ortaya 150 dakikalık
bir film çıkar, ancak yapımcı 90 dakikaya düşürmesini ister. Beauregard ile
aralarındaki gerilim bir seferinde doruk noktasına ulaşır; bir cafe’de yumruk yumruğa kavga bile
ederler…
Godard sahnelerini çok önem
verdiği diyalogların hiçbirini atmak
istemez ve sahne içi kesintiler yapar... bu durum filmde akışkanlığın
geleneksel bütün kurallarının bozulmasıyla sonuçlanır; zaten hem anlatımda hem
de filmin çekim tarzında yeni birşeyler denemek isteyen Godard için, izlerken
en azından beni ilk bakışta biraz rahatsız etmiş olan bu akışkanlığın eksikliği,
şartlar çerçevesinde bilinçli bir zorunlu tercih olarak ortaya çıkmıştır.
Film radikalliğine rağmen beklentiye
göre çok başarılı olur ve gişede de maliyetine göre büyük bir gelir kazandırır
yapımcısına. Filmin çekim aşamasında da gazetecilerin merakına Godard’ın
kendine özgü yönetmenlik tarzının ilgi çekiciliğiyle hitap edilir, ve film daha
bitmeden merak uyandırmaya başlar basında… Seberg’in kısacık saçlarıyla duru
güzelliği ve Belmondo’nun oyunculuğu Godard’ın söyleminin biraz önüne geçer,
geçirilir ve gişedeki başarısının yanısıra başka dillerdeki sunuş ve pazarlama
dilinde de bu durum etkili olur.
Godard’ın başarısı ile modern dünyada bireyi bir imajın
temsilinin dışında anlatan yeni bir sinemanın kapıları açılır böylece. Ancak
popüler olmanın laneti anlaşılır olmaktan uzaklaşmanın felaketini de
beraberinde getirir; özellikle de başka diller ve başka dünyalarda…
Buraya kadar filmin ortaya çıkış
ve çekiliş sürecini kısaca anlatmaya çalıştım… Artık Godard’ın düşüncelerine,
söylemine ve perdeye yansıyan sanatına ayrıntılı bir şekilde bakabiliriz… Godard’ın
kendi hayat tecrübesinden ve II. Dünya savaşı sonrasında Fransa’nın ve kadim başkenti Paris’in
entelektüel ortamında hissettiği ve gördüğü gerçekliklerden yola çıkarak, sinema
sanatında biçim, içerik ve anlatım yönünden devrim düzeyinde değişiklikler yaparak
yarattığı ilk uzun metrajlı filmi olan À
bout de Souffle’ye geçebiliriz…
Şimdi, yazının ikinci bölümünde, filmin adıyla başlayan
dil, çeviri ve anlam sorunları ile kapıyı açıp; 55 yıl sonra Godard ve diğer Jean’lar (Jean
Seberg-Jean-Paul Belmondo) ile birlikte tekrar yola çıkıp, kıyının biraz
uzağında ve Godard’ın aklının, düşüncelerinin ve söyleminin izinde modern
dünyada insanı arayacağız… varolmaya çalışırken kaybolan insanı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder