15 Mayıs 2015 Cuma

Godard’ın (Hüznünün ve Öfkesinin) İzinde-I

*UYARI: Bu yazı dizisinde kadınlar için 20, erkekler için 30 yaş sınırı vardır.


À bout de Souffle - I: 

Aşkın ve Cinayetin Arkeolojisi



“Ce n'est pas d'où tu prends les choses - c'est où tu veux les amener”
Jean-Luc Godard


À bout de Souffle” Fransız Yeni Dalga (La Nouvelle Vague) sinema akımının ve bu akımın en önde gelen yönetmenlerinden Jean-Luc Godard’nın ilk ve belki de en önemli filmidir. Fransız ve dünya sinemasında bir dönüm noktası; yönetmeni neredeyse tümüyle eserinin sanatçısı yapan yeni bir anlatım tarzının başyapıtıdır. Eski ve yeni sinema ayrımı bu film ile anlam kazanmış ve bir yönetmenin doğuşuna neden olmuştur. 

Godard kurgunun sınırlarından ve klişelerinden uzak, gerçeğin olasılıklarının öngörülemezliği ve belirsizliğine dalarak, sert söyleminin sanatını sinema aracılığıyla ifade eder. Böylece Godard, çağının fenomenlerinin ve imajlarının ardına bakmayı başarabilen cesur bir tanığı olarak ortaya çıkar...
  


Filmin çekimi kolay başlamaz, senaryo Yeni Dalga akımının önemli ama aynı zamanda klasik sinema anlatımına olan ilgisini de koruyan yönetmenlerinden biri olan François Truffaut tarafından gerçek bir olaydan esinlenilerek birkaç yıl önce yazılmıştır. Godard senaryoyu dayanılmaz bir arzuyla filme çekmek ister. Sergei Eisenstein ve Orson Welles’in ilk filmlerini gerçekleştirdiklerinde 26 yaşında oldukları düşüncesiyle, 30 yaşının şafağındaki Godard’ın egosu acele etmesini söyler içten içe. Büyük yönetmenlerin filmleri aklının bir köşesinde, Truffaut’ın hikayesinden yola çıkarak yapmak istedikleri, düşünceleri ise Godard’ın yüreğinin en derinlerindeki hüznündedir.

Truffaut’un hikayesindeki adı Lucien olan baş karakterine yeni bir isim verir ve Michel’e çevirir. Artık Michel, yani “aziz meleği” bundan sonra sürekli içinde büyüyecektir... Godard beş parasızdır, düşüncelerini, aklından sürekli gördüğü sahnelerini gerçekleştirme arzusuyla yanıp tutuşmaktadır, ama çaresizdir. Bir ressam, bir müzisyen gibi parasız yapamaz sanatını, sinema sanatının en dramatik yanıdır parasız yapılamaması...

Godard senaryonun ana hatlarını değiştirmez, ancak Truffaut’nun düşünceleri ve algısını da zorlayan bir yaklaşımla birkaç önemli değişiklik yapar, özellikle de son sahnedeki değişiklikler dramatik olacaktır. Ayrıca Michel ve Patricia’nın otel odasındaki 25 dakikalık sahnesi de Truffaut’nun senaryosundaki 10 dakikalık süreyi çok aşmış ve senaryonun odağını diyalogların içeriğine ve gücüne kaydırmıştır. Godard bu sahnenin çekimini bir yıl önce çektiği kısa filmi Charlotte et son Jules’da prova etmiştir adeta ve şimdi çok daha etkileyici oyunculuklar ve güçlü diyaloglarla sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden birini çeker.

Film için bir yapımcıyı da ikna etmek hiç kolay olmamıştır; Truffaut daha önce herhangi bir yapımcının ilgisini çekmeyi başaramamıştır. Maddi bir uygarlıkta dönüşümler kolay olmaz, bu nedenle geçmişin başarılı yapımlarına benzer projeler ve konular desteklenir; her yenilik, her yeni söz, her yeni söylem, her yeni anlatım risklidir. Günümüz de bu kısır döngülerin ağırlığı altında ezilmektedir, çünkü nihayetinde bir yatırımdır yapımcı açısından ve gişe önemlidir. Bu yüzden imajların ve klişelerin dünyasında en içten ve gerçekçi sesler, hayatın kıyılarından ve köşelerinden kalabalıkların duyamayacağı çığlıkları atanlardan gelir. Kendimizden kaçarken duyamayacağımız sesler, sözler, söylemler ve çığlıklardır bunlar…



Filmin önünü açan Godard ve Truffaut’yu tekrar heyecanlandıran ise Truffaut’nun bir yıl önce yaptığı  Les Quatre Cents Coups  (400 Darbe) adlı ilgi gören, heyecan uyandıran ve övgü alan filmidir. Filmin başarısı Godard’a ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirebilme fırsatını verecektir. Truffaut’nun da çabalarıyla tanıdıkları bir yapımcı olan Georges de Beauregard da sonunda ikna edilebilmiştir. Yine de filmin başarılı olacağına olan inanç şüphenin gölgesinde kaldığından, ayrılan kısıtlı maddi imkanlarla o günün şartlarında ortalama bir filmin yarısına yakın bir bütçeyle çekilebilir ancak. Ama Godard zorlukların sıkıntısının altında ilk göz ağrısına, ilk yaratıcı bunalımı olan filmine, baştan sona iç dünyasının ağırlığını koyar, akışkan tuvalinde izleneni izleyen ile birlikte harmanlar ve seyircisini de filminin yani gerçekliğinin bir parçası yapar…

Yapımcı bulunduktan sonra sıra oyunculara gelir; Saint Joan ve Bonjour Tristesse (Merhaba Hüzün) filmlerinde oynamış, Cahiers du Cinéma dergisinde kendisiyle ilgili olumlu eleştiriler yazmış Godard’ın ilgisini çeken Amerikalı aktris Jean Seberg düşünülür, özellikle Merhaba Hüznün kadını onu etkilemiştir. Ancak ne ajansını ne de gencecik Seberg’i ikna etmek kolay olmaz… İlk görüşmelerinde Seberg, “inanılmaz bir ölçüde içine kapanık, konuştuğumda bir kez olsun bile gözümün içine bakmayan, dağınık görünüşlü gözlüklü genç bir adam” olarak nitelendirdiği Godard’dan hiç mi hiç etkilenmez. Sinemaya, yönetmenliğe meraklı ve Godard’da gelecek gören Seberg’in o zamanki eşi François Moreuil’in ısrarı sayesinde ve filmin bütçesinin yaklaşık altıda birine (15.000$) hem ajansı hem de Seberg ikna edilebilir sonunda…

Godard, “bir film yapmak için tek ihtiyacınız olan bir kadın ve bir silah” demiş olsa da, bu film için sadece kadın ve silah çok yetersiz kalacaktır... bu nedenle şimdi de gelelim yönetmenimizin gözde oyuncusuna; meleğinin bedeni olacak olan Jean-Paul Belmondo’ya. Godard’ın 1958 yapımı Charlotte et son Jules adlı kısa filminde de oynamış yıldızı parlamaya ve ana akım film endüstrisinden teklifler almaya başlayan genç bir aktördür o yıllarda Belmondo, ajansının “hayatının en büyük hatasını yapıyorsun” sözlerine rağmen genç Jean-Paul yönetmenin, yönetmeninin tekifini tereddütsüz kabul eder. 

1959 yılının Paris yazının sonlarında Godard hayalini gerçekleştirmeye başlar; çekim tarzı da teknik açıdan bambaşka olacaktır; elde taşınır bir kamera ve doğal ışık ya da minimum aydınlatma ile kameramanı Raoul Coutard’ın geçmiş tecrübelerine atıfla bir belgesel gibi çekmeye başlar filmini. Sinemanın stüdyo temizliği yoktur artık, birbiri ardına sıralanan özenli fotoğraf kareleri de… Hayat tüm olağan görünüşü ve gerçekliğiyle Godard’ın kamerasının önündedir, makyajsız; tüm doğallığıyla… özellikle kameranın oyuncunun yürüyüş hızında geriye giderek akışkanlığı bozmadan hissettirerek çekim yaptığı sahneler basit ama olağanüstü estetiktir…

Filmini çekerken Godard, adeta yapıtını her seferinde yeniden inşa eder; diyalogları silbaştan yazar, kendi doğaçlamalarına izin verir… yapımcının filmin bir an önce bitirilmesi yönündeki tüm ısrarlarına rağmen çalışma saatlerini genelde birkaç saat ile sınırlandırır, ama bazen 15 dakikaya düşer bazen de 12 saate çıkar çekim süreleri… hatta ihtiyacı olan ilhamı hissedemediği, aklındaki anlatım tarzını ve içeriği oturtamadığı günlerde de tüm çekimi iptal eder, yazdığı dialogları atar, yeniden ve yeniden yazar. Kendiyle, aklıyla, yüreğiyle mücadele eder, adeta savaşır ve oyuncular onun anlık yaratıcılığının, düşüncelerinin ve tepkilerinin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışmak zorunda kalır, kendi aşkınlığı ile başbaşa kendisi dışında başta Seberg ve Belmondo olmak üzere herkes için zor olan bir sürece sokar çekim aşamasını...


Godard’ın doğum sancıları sonucunda ortaya 150 dakikalık bir film çıkar, ancak yapımcı 90 dakikaya düşürmesini ister. Beauregard ile aralarındaki gerilim bir seferinde doruk noktasına ulaşır; bir cafe’de yumruk yumruğa kavga bile ederler…

Godard sahnelerini çok önem verdiği diyalogların hiçbirini  atmak istemez ve sahne içi kesintiler yapar... bu durum filmde akışkanlığın geleneksel bütün kurallarının bozulmasıyla sonuçlanır; zaten hem anlatımda hem de filmin çekim tarzında yeni birşeyler denemek isteyen Godard için, izlerken en azından beni ilk bakışta biraz rahatsız etmiş olan bu akışkanlığın eksikliği, şartlar çerçevesinde bilinçli bir zorunlu tercih olarak ortaya çıkmıştır.

Film radikalliğine rağmen beklentiye göre çok başarılı olur ve gişede de maliyetine göre büyük bir gelir kazandırır yapımcısına. Filmin çekim aşamasında da gazetecilerin merakına Godard’ın kendine özgü yönetmenlik tarzının ilgi çekiciliğiyle hitap edilir, ve film daha bitmeden merak uyandırmaya başlar basında… Seberg’in kısacık saçlarıyla duru güzelliği ve Belmondo’nun oyunculuğu Godard’ın söyleminin biraz önüne geçer, geçirilir ve gişedeki başarısının yanısıra başka dillerdeki sunuş ve pazarlama dilinde de bu durum etkili olur.

Godard’ın başarısı ile modern dünyada bireyi bir imajın temsilinin dışında anlatan yeni bir sinemanın kapıları açılır böylece. Ancak popüler olmanın laneti anlaşılır olmaktan uzaklaşmanın felaketini de beraberinde getirir; özellikle de başka diller ve başka dünyalarda…


Buraya kadar filmin ortaya çıkış ve çekiliş sürecini kısaca anlatmaya çalıştım… Artık Godard’ın düşüncelerine, söylemine ve perdeye yansıyan sanatına ayrıntılı bir şekilde bakabiliriz… Godard’ın kendi hayat tecrübesinden ve II. Dünya savaşı sonrasında Fransa’nın ve kadim başkenti Paris’in entelektüel ortamında hissettiği ve gördüğü gerçekliklerden yola çıkarak, sinema sanatında biçim, içerik ve anlatım yönünden devrim düzeyinde değişiklikler yaparak yarattığı ilk uzun metrajlı filmi olan À bout de Souffle’ye geçebiliriz…

Şimdi, yazının ikinci bölümünde, filmin adıyla başlayan dil, çeviri ve anlam sorunları ile kapıyı açıp; 55 yıl sonra Godard ve diğer Jean’lar (Jean Seberg-Jean-Paul Belmondo) ile birlikte tekrar yola çıkıp, kıyının biraz uzağında ve Godard’ın aklının, düşüncelerinin ve söyleminin izinde modern dünyada insanı arayacağız… varolmaya çalışırken kaybolan insanı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder